Lüks bir semtte koşuyordu. Nereye yetişmeye çalıştığının bilincinde değildi. Söyleneni yapıyordu yalnız. Emredileni. “Yap!” denilmişti; yapıyordu.
“Onlar yaşıyor, bense yazıyorum” diye düşündü. “Koşmak istemiyorum ben, tüm bunları yazmalıyım oturup.” En kötüsü bir kaleminin olmamasıydı yanında. Zaten bundan daha kötü ne olabilirdi ki.
Üzerindeki ceket eğreti duruyordu. Eğreti olan başkalarının giydikleri miydi? Olur olmaz şeyler düşünüyordu. Düşünmemeliydi halbuki. Düşünmesi gerekenler öğretilmişti zaten, niye dışına çıkıyordu bilip bilmeden. Bilmiyordu.
Koşmak istemiyordu artık. Ne yapacaktı burada, ne anlamı vardı? Bir emir almıştı işte, kahrolası bir emir. Uyum sağlıyordu, şuursuz. Zaten uyum sağlamak, şuurunu yitirmekti bir bakıma.
Vazgeçemiyordu. Bina bina dolaşıyor, bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Ne aradığını bilmeyen aradığını bulabilir mi? Atmalıydı bu huzursuz soruları kafasından. Soru sormamalıydı bir daha. Soru sormak hastalıklı ruhların alışkanlığıydı. Vazgeçmeliydi.
Bir kenara oturup izlemek istiyordu sadece. Sadece izlese, gelip geçeni, geçip geleni, aynı yerde dönüp dolaşanı, herkesi. Kalemi yoktu, aklına yazdı. Gördüğü her bir kareyi, geçen herkesin suretini, simitçilerin tezgâhını ve otobüs bekleyenlerin bezgin ruhlarını. Her şeyi bir bir yazdı. Kimse onları yazdığının farkında değildi. Zaten kimse, hikâyesinin bir anlatıya konu olduğunu anlamıyordu artık. Daha önemli işleri vardı onların.
Eksilttikçe eksiltiyordu her şeyi. Oysa kalp atışı hızıyla çoğalıyordu sancıları, nasıl geçirse bilemiyordu.
Sokaklarda bir hikâye akıyordu; oysa sokaksız hikâyeler yazmaya çalışıyordu kadın. Yanılgısının farkına çok geç varmıştı.