"dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar"
Attila İlhan
Deniz seviyesinden koşarak kaçıyorum, bir şehrin en yüksek tepesine çıkıyor ellerim. Değil mi ki gökyüzüne bakarak anlarız zamanın geçtiğini, öyleyse çok yakınında olmalıyım akan tüm dakikaların. Bulutları yakalamalıyım, tutup uçlarından hapsetmeliyim. Buhardan kütleleri sıkıştırıp parmaklarıma, saniyelerin yanından geçmeliyim. Saatleri yavaşlatmalı, günleri durdurmalıyım. Durdurmalıyım. Durdurmalıyım ki acıtmasın tek bir saniye bile.
Günlük tutarak günleri, hava tahminleriyle haftaları durduruyor, takvimleri koparmayıp kâğıttan aylar biriktiriyoruz. Yılları nasıl durdurur insan? Soruyorum, bu yılların bir çaresi yok mu? “Çengel gibi takılan sorular”a saklanmış yıllar.
Yanaklarının içini kemiren bir çocuğun dişiyle tutturduğu telaştayım. Öyle cesur, öyle beyhude. Değil mi ki kürek çekilmez akıntıya, ne demeye geçmeliyim öbür tarafa? Marmara’dan deniz köpükleri topladım, cebime attığım çakıl taşları Akdeniz’den kalma. Bozkırda eskitiyorum hepsini, benimle aynı hızda yaşlanıyor eşya.
Dünyanın tüm dillerini öğrensem, ne çare? Cümle kurmak konuşmak değildir. Köstekli bir saati kurarmış gibi kuruyorum cümleleri; yılın bu vaktinde, günün bu saatinde sarf edilecek cümlelerim var, sözgelimi. Ne çare? Kırık bir dille cevap veriyorum tüm sorulara. Makûl açıklamalardan sebepsiz kaçıyorum. Nasıl geçer bunca zaman? Nasıl geçer? Nasıl?
Kimseleri inandıramadım yüz yaşında olduğuma. Ellerime de mi bakmazsınız hiç? “Yüzün” diyorlar, “yüzün hiç kırışmamış.” Ellerime bakın ellerime, bakın nasıl da hapsettim zamanı harf harf. Nasıl kazıdım bir çiviyi kazır gibi, tıpkı arkaik çağlardan kalan. Ellerime bakın ellerime, zamanı hapsettim ben. Zaman; parmaklarımın ucundan azar azar taşan.
“Zaman,” dediler; “her şeyin ilacı.” Öyleyse neden dur durak bilmeden ölüyor herkes? Zaman, yalnızca bir şarkının nakaratında hızlı akan. Zaman; hiçbir şeyin ilacı.
Zaman, diyorum, zaman; dilimdeki ısırgan.
*"Üçüncü Mevki" adlı edebiyat fanzinimizin 2. sayısında yer alan yazım.
Zamanı salt zaman olarak algılayamıyoruz mutlaka zamanın bir yansıması gerek ve biz ancak bu yansımayı algılayarak bir tür mukayeseye girişiyoruz ve zamanı algılayabildiğimizi zannediyoruz. Tüm sistematik, tüm nicel değerlendirmeler boş; kimse için zaman paralelik gösterebilecek bir metafor değil. Ama işte biz hepimiz için aynı zamanın yolcusuymuşuz gibi bir izlenim içerisine girmişiz. Ben de bu zamanın yolculuğunda kendimi 100 yaşında hissediyorum. O da sona gelinen düzeymiş diye hani. Bu kronolojiyi yitirmekle iligli bir durum sanırım. Aşamaya yabancılaşılan noktada bir anda kendini sonda bulabiliyor insan. Bu kronolojiyi yitirenler için zamanın ilaç olabilmesi mümkün değildir. Hem zamandan zehirlenenler için zaman bir panzehir olabilir ancak. Neyse ki zamanla bağışıklığımız da güçleniyor değil mi?
YanıtlaSilÇok güzel yazmışsın bilge yüreğine sağlık.
Çok, çok güzel. "Cümle kurmak konuşmak değildir", o yüzden buraya satırlar döşesem, ne çare Bilge?
YanıtlaSilAlter ego,
YanıtlaSilzaman içinde bağışıklığı gitgide düşen bir kanserli gibi hissediyorum kendimi. hastalıklı fikirlere tutunup bazen, kendimi hasta ediyorum.
zehir, panzehir. aşamaya yabancılaşmak. hiçbiri "zamanla" geçmeyen şeyler. (tırnak içinde zamanla)
sen de çok güzel yorumlamışsın, çok teşekkür ederim.
Meralim, sağ ol.
YanıtlaSilsatırlar döşemesen de ben seni anlarım zaten.
izlemeye aldım senide bloguma beklerim :)
YanıtlaSil