31 Ocak 2012

Sisifos

"Tercüme ya soluk bir fotoğraf, diyor kitap, yahut sadakatsiz ama renkli ve canlı bir taklit. Tercüme bir yaratış bence… şiir gibi, deneme gibi ama onlardan çok daha güç. Edebiyatçılar, hiç olmazsa on büyük şair, on büyük tiyatro yazarı üzerinde anlaşabilirler, hangimiz on büyük mütercim sayabiliriz?*

Evet, tercüme sanatların en gücü: Başka bir iklimde, başka bir çağda doğan düşüncenin kendi toprağımızda dirilmesi. Yalnız düşüncenin mi? Tercümede lafza teslimiyet ihanetlerin en büyüğü.



Chateaubriand, Milton tercümesi üzerinde otuz beş yıl çalışmış, yine de başarılı sayılmıyor tercümesi. İbret alalım.

Voltaire mütercimi uşağa benzetir, kendini efendisinin yerine koyan uşağa. Yanlış. Üstat, mütercimle tercümanı karıştırıyor**. Mütercim mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir, bir Sisifos’tur belki, haber taşıyıcısı değildir.

Rivarol için bir üslup temrinidir tercüme, en büyük faydası insana kendi dilinin imkânlarını*** tanırmasıdır. Belki doğru, ama hakikatin bütünün kucaklamıyor bu hüküm. Tercüme bir fetihtir, yalnız dili değil, düşünce ve hassasiyetin girift dünyasını da zenginleştiren bir fetih.”

Cemil Meriç, Bu Ülke’den


*Bu noktada biraz itiraz edebilirim. Kamuran Şipal diyince gözü parlamayan Kafka, Hesse okuruna rastlamadım henüz. Ama tabii, herkesin ilk onu değişebilir.
**Eski Türkçede mütercim yazılı, tercüman sözlü çevirmen için kullanılır.
***Burada da aklımıza Goethe gelir: “İnsan yabancı dil öğrenmeden kendi dilini öğrenemez.” Normalde bunun tam aksi iddia edilirken, Goethe kişinin kendi dilini ancak böyle öğreneceğini savunur.  



Bu Ülke’yi daha önce okumuştum, ama bu denemeyi hatırlayamadım. Seçici algım o zamanlar bunu seçmeye şartlanmamıştı henüz demek ki. Şimdi kitaba göz gezdirirken rastladım ve şaşırdım. Çeviriyi “kadın” da dahil pek çok şeye benzetenini duydum da, Sisifos metaforunu ilk kez okuyorum: güç ve sonu olmayan uğraş, bir dağın tepesine defalarca taş taşımak ve her seferinde en tepede elinden kaçırmak.



------






Konumuzla ilgisi yok; ama Sisifos diyince ister istemez aklıma Sabahattin Kudret Aksal’ın şiiri geldi:


Sisyphos

Ne ki yaşam, sür git yanlış,
Dönemeçlerde, rastlantı,
Soğuk göğü kışın, katı,
Yamaçtan doruğa çıkış.

Erir elinizde kaya,
İnce elek, bir avuç un,
Koştunuz boşuna yorgun,
Durur bakarsınız aya


Bir de Camus’nün kitabı var: Sisyphos Söylemi. Ama henüz okuyamadım ne yazık ki.



Üç yıldır okulda çeviri hakkında makale, deneme yazmaktan o kadar sıkılmışım ki, buraya bir türlü bir şeyler yazamadım. Ama elbet bir gün, (Andre Lefevere’li, Robert Bly’lı  Evan-Zohar’lı, Gideon Toury’li filan) bir yazı yazacağım, bu da bir başlangıç olur belki. Bir de Cemil Meriç mevzuu var, pek çok fikrine katılmadığım yazarla bu konuda hemfikir olmamız hoşuma gitti.

(Çağrışımlarla çok uzattım. Daha fazla uzamasın; sıkıcılaşmasın, gideyim.)

25 Ocak 2012

"Bir Bitmez Türkü Başlar Dışımızdan"

İthaf

...

3

zaman sevdikçe uzar, bilirsin
hayal, taştan, topraktan geçer, yapraktan geçer.
bir yeşil duman olur yaşadığımız
yakından, ıraktan geçer.
sevdiğim kadar bilmeliyim de
ne olursun?..

bir çeşmedir dökülen omuzlarımdan,
avuçlarım pırıl pırıl dolar, boşalır.
ömrümüz serapa sevda içredir.
bir uzun yaz günü durur, zulmeder
tanıdık, bildik günler sarkar takvimden
hafızam zulmeder boşluğuma.
birden bir arının kanatlarında terü taze
sen gelirsin...

aslan ağzındadır saadetimiz
yağmurlar yağar, günler batar, geceler gelir
bir bitmez türkü başlar dışımızdan.
bir çınar altıdır oturduğun yer;
dizlerin örtülmüş, bakışların uzak,
al bir hırka örmektesin ağır ağır.
bir ince bilezik, küpelerin, saçların
otlar, kuşlar, beyaz bulutlar...

...

dilerim haşre kadar hatırımda
böyle kalırsın...



Turgut Uyar

22 Ocak 2012

Olaylar olaylar ve Virginia Woolf



Eylüldeki yol yazımda “İnsan nüfus kâğıdına göre yaşamıyor ki” diye not düşmüştüm. Benim ailem için geçerli bu, yılın bir kısmını Mersin’de, bir kısmını Sivas'ta geçiriyorlar. Tam göçebe hayatı bizimki. Ben de göçebeliğe devam ediyorum haliyle. Ama bu sefer trene bindim ben! Tabii benimkine binmek denirse; zira trenle bütünleştim adeta. 20 saat süreceğini sandığım seyahat tam 26 saat sürünce trenle ve oturduğum koltukla ahbap olduk. Haydarpaşa’dan Sivas’a kadar tam 26 saatte geldik.  Trene binmeden önceki süreç ise çok daha tuhaf. Biletimi internetten rezervasyon yaptırmıştım ama gidip almadığım için iptal olmuş. Gişe memurunun “iptal olmuş” demesiyle elim ayağım birbirine girdi. Biliyorum ki otobüslerde de hiç yer yok. Gişe memuruna gidip “ben o trene binmeliyim, yerde de otursam binmeliyim, bir yolu yok mu?” diye yalvardım. “Kondüktör’e git, sor” dedi. Koştum, kondüktörü buldum, adam Sivaslı çıktı! “Aa bu benim kızım yahu” diyip aldı bir vagona oturttu beni. Yüzde yüz cezalı bilet kesiliyormuş normalde, bana normal bilet kesilmesini sağladı. Eğer bir sıkıntın olursa gel beni bul dedi. Sonra tüm yolculuğum boyunca gelip geçen tüm personeller bana koruyucu melek gibi davrandılar. Korkup uyuyamadığımı sandı hepsi, “kapını kilitle de uyu” diyeni mi sayayım, vagonuma gelip oturan çaycıyı bir bakışıyla vagondan çıkaran “bunlara güvenme sakın” diyeni mi sayayım. Tek başıma seyahat ediyorum diye pek acıdılar galiba. : ) Oysa bundan daha alışkın olduğum başka bir şey yok.

Eskişehir’den sonra etraf bütün beyazdı. Ekin tarlalarına bile kar yağmış. Evler, bahçeler, suyu donmuş dereler… Bir de en çok kardaki ayak izlerine dikkat ettim bu sefer. Yabani hayvanların izlerini sürdüm. Gece ava çıkan hayvanların izini sürersem başka bir yerlerde yürümeye devam ediyorlardır diye düşündüm. Tabii o kadar uzun sürede sadece yolu seyretmedim, tam beş tane film izledim. Biutiful, Once, Blindness, Lost in Translation, Bir Tutam Baharat. Günlük film izleme rekorumu da kırmış oldum böylelikle. Özellikle Bir Tutam Baharat’ın konusu çok ilginçti. 60’lı yıllarda İstanbul’daki Rumların Yunanistan’a tehcir edilmesini masalsı bir üslupla  anlatıyor. İyi bir sinema izleyicisi sayılmam, o yüzden çok yorum yapmıyorum ama Biutiful da çok iyi bir filmdi. Küçük bir kız çocuğu penceremden film izlediğimi görüp yanıma geldi. Ama benimle hiç konuşmadı, adını sordum, söylemedi. Annesinin “Dışarıda yabancılarla konuşma” sözünü tutuyordu galiba.  İyi ki “Yabancılarla film izleme” dememişler. Sivas’a yaklaştıkça cama vuran yağmur damlalarının donması biraz korkutmadı değil, ama memlekete yaklaştığımızın işaretiydi bu.

Virginia Woolf’un güncesine başladım bir de. “Yazı hep çok zor diyor” Woolf. Yazdıklarına özeleştiri yapıyor, beğenmiyor, neredeyse “paçavra” diyip duvara savuracak. “Ya olmasa da olur bir yazarsam?” diye soruyor kendi kendine. Tüm bunları okurken, Woolf bile böyle hissediyorsa  vay halimize diye düşündüm. (Gerçi pek çok yazarda da aynı şeyi okudum, “bir daha yazamayacağım” korkusu hep hâkim bir hissiyat) Yazı için kendine günün belirli saatlerini ayarlıyor, yazamadığı zaman huzursuzlanıyor, sinirleniyor, üzülüyor. Bu durumda biraz manik olmasının da etkisi var tabii. Yazdıklarına tarafsız bakış açısıyla yaklaşıp acımasızca eleştiriyor. Yırtıp atıyor bazen. Ferit Edgü çok haklı, “Bir elinde silgi, bir elinde kalem; işte böyle yazılır.” Bence, sildiklerimiz de yazdıklarımıza sayılmalı. Sildiklerimizi daha çok yazıyoruz aslında. Yazıp yazıp silmek, silip silip yazmak gerekiyor, bıkıp usanmadan.





13 Ocak 2012

"Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin"

Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.


 Onat Kutlar, Unutulmuş Kent



Şiiri buradan (ç)aldım.

Yoksa siz hâlâ Zafer Yalçınpınar'ın bloğunu (Evvel'i) takip etmiyor musunuz?


08 Ocak 2012

Çıkış Ne Taraftan?

Finaller ve artan ev özleminin de getirdiği can sıkıntısıyla günlerdir "Where is the exit, which way, just tell me??" diye soran bünyeme ilaç etkisi gibi gelen şarkı.

Fena gotik, sanırsın Edgar Allan Poe öyküsü okuyorum.

                                                                        Aydın Esen-Exit

mış gibi yapıyorum

Evimin odalarında dolaşıyorum.  Hiç durmadan yer değiştiriyorum. Her yerde sevdiğim eşyalar; sevmediğim zamanların içinde yüzüyor. Bu ev bana mı ait? Bu ev bana aitmiş gibi yapıyorum.  Duvarlara bakıyorum. Benim olmayan duvarlara. Benimmişler gibi yapıyorum. Her gün sabah kalkıp, akşam yatana kadar duvarlara bakıyorum. Eşyalarım, mesnetsiz zeminlerde ayakta dikilmeye çalışır gibi. Her birine farklı bir yüzümü göstermişim. Hepsi farklı tanıyor beni. “Sen,” diyor biri, “sen bana haşin davranmıştın, alıp bir gün eline beni, alıp duvarlara savurmuştun.” Sonra beni hiç görmemiş birinin yanına daha gidiyorum. Her şeye iyi başlayalım bu sefer istiyorum. Neden sonra yine her şeyi berbat ediyorum.  “Ben,” diyorum, “ben zannettiğiniz kişi değilim. Gördüğünüz kişi değilim. Bu ben değilim.” Susuyorum. Gitgide oluştuğum, ne kendini tanıyor; ne çevresini.

Kelimelerimi saklandıkları yerden çıkarıyorum. Evimin duvarlarını imliyorum onlarla.  Hatta yemek yapıyorum, bulaşıkları yıkıyorum. Kahve pişiriyorum, çorba kaynatıyorum. Sonra şeytan diyor “Al duvarlara çarp hepsini! Dağıt, yeniden düzenle, dağıt, yeniden düzenle, dağıt, dağıt, dağıt.” Bana benzesinler bu defa istiyorum. Bari bu defa benden bahsetsinler. Hiçbir şey benden bahsetmiyor. Kelimeler yine elimde kalıyor. Çok sevdiğim kelimelerim; mütenahi, müşkül, mütebessim, müteşekkir, mütevazı… Tüm sıfatları aldığım yere geri götürüyorum. İadesi zor olmuyor soyut kavramların. Sıra yavaş yavaş somutlara geliyor. Dört bir yana dağılmışlar. Didik didik arıyorum; sessizce kol geziyorum. Çizgi filmlerdeki sevimli hayaletlerin sevimsiz yansımasıyım. Gittikçe beyazlıyor yüzüm. Kirece bulanıyorum. Yazık, beyaz sevmediğim bir renktir oysa. Hep yalan söyler. Şeytan diyor, tüm beyazları sorguya çek: “Neredeydiniz çarşamba günü saat 19.30 ila 20.30 sularında?”  Biliyorum, yalan söyleyecekler. Yine yalan söyleyecekler. Savuracağım dört bir yana beyazlığı. Susacağım. Tüm bunların ne anlama geldiğini sorgulayacağım. Susup susup anlamlara geleceğim. Farklı farklı anlamlara. Bir döngünün içinde dönüp dönüp duracağım. Ne anlama geldiğimi bilmeyeceğim. Bilmek, öldürüyor bu aralar. Ölüp ölüp duracağım.

Sonra her şeyin bir anlama geldiğini sananlara bakacağım. Yazık. Kimse anlamına gelmiyor kendi kendinin. Ama söylemeyeceğim, uyarmayacağım kimseleri. Mış gibi yapmaya devam ediyorum. Bir anlamı varmış gibi. Ve bunların hepsini bir bir ezber ediyorum, sonra teker teker, hepsini bir daha unutuyorum.  Neden sonra fark ediyorum, tüm bu cümleleri bir başkasınınkilerin yanına yazıyormuşum meğer. Güya yedek anlamlara geliyorum. Mış gibi yapıyorum. Sözüne değer verdiğim herkes küsüyor bana. “Çok yazık,” diyorlar. “Hiçbir şeyden nasibini alamamışsın!” Utanıyorum. Çok utanıyorum. Utanıyormuş gibi yapıyorum.

Edilgen fiillerde etkenliğimi arıyorum. Bulamıyorum. Bir heyecan geliyor, yutkunamıyorum. Geldiği gibi geri gidiyor. Nereye gidiyor? Nereye gidiyor benim konuşma sebebim? Bu gördüğünüz tüm dünyayı anlatabilirim bugün size. Sahi, anlatabilmiş miyim? Yoksa yine mış gibi mi yapıyorum?  Tüm bu dünya birbirini uyarıyor benim hakkımda. “O, tehlikelidir biraz.” diyorlar. Ben, bazen ölüm tehlikesi içeriyorum. Gülüp geçiyorum.  

Zor zamanlar için biriktirdiğim bahanelerimi kaybediyorum. Ne de gülünç duruma düşüyorum. Mış gibi yapmaya devam ediyorum. Her taraf işgal altında. Kimsenin beni bulamayacağı bir yer yok artık. Öyle bir yer yok. İçime saklanıyorum. 




(dipnot: Bunu 4 gün önce yazdım.)

04 Ocak 2012

Dolandırıcı mı? Bu insanlar şaşırmış yahu! :) nitekim, öyle cümle kurulmaz!!!


Az önce şöyle bir mail aldım.  cümleleri okurken ismin hallerinde yapılan yanlışlıkları görünce otomasyon mail olduğunu anladım. google'layınca da başka blogger'ların da daha önce böyle mailler aldıklarını gördüm. blogger dolandırıcılarıymış meğersem. İngilizceden Türkçeye çevirisindeki komik hatalardan da anlaşılabiliyor.

ve benim kitap okurken kurduğum klasik cümlemdir: "Öyle cümle kurulmaz, öyle çeviri yapılmaz!"
(bi de boğa burcu demiş ya. ne güldüm ama:))





Merhaba!

diyalektika.blogspot.com guzel bir blogunuz icin tesekkur ederim.

İlk gelen "Çift Çizgili Okumalar" postu okuduktan sonra bir saat boyunca memnuniyetle blogdanızda dolaştım:) Yazıları kolay yazılmış. En beğendiğim post,"Şimdi bırakalım düzinelerce listeler tutmayı :)" postudur.

Jooble şirketinde çalışıyorum, dünyanın dört bir tarafından iş teklifleri topluyoruz. İşim, sitemizin bağlantıları blogculara yapıştırmaktır. İşimi çok seviyorum çünkü biz dost bir ekibiz ve iyi patronlarımız var, maalesef, blogculara bağlantımızı nasıl yapıştırması ile ilgili hiç bir fikrim yoktur, bunu yapamazsam işten çıkarılacağımdan korkuyorum:( Şu anda çeşitli bloglara mektuplar yollayacağıma bir saat boyunca blogunuzu okuyordum. Gerçekten, "Turkey" "jooble-tr.com" için bağlantının uygun olup olmayacağına emin değilim, ama linkimizi blogunuza ekleyebilirseniz ben size borçluyum!!! Ciddiyetle belirtmeli ki sitemiz çok güzel ve insanların iş bulmalarına yardım eder.Blogunuzu takip edenlere yeni bir şans ve yeni bir iş fırsatı için bir kapı açmak istemez misiniz? İyi çalışmalar dilerim! İyi blogunuz için çok sağ olun. Yeni yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum!!!!

P.S. Siz "Boğa" burçtan mısınız? Ben de "Boğa" burcundanım :)



Logo JoobleSaygılarımla,

Birkay Koray
Account Manager

Tel: +44 (0) 800 098 8516
E-mail: bk@jooble.com
Skype: birkay.koray

www.jooble.org