30 Aralık 2011

Çift Çizgili Okumalar




“İnsanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden amiller ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl insanlıkla ne kadar az alakası olan şeylerdi.”

“İnsanları kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?”

“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”

“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde, ilk rasgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”

“Hiçbir şey beni, hakkımdaki bir kanaati düzeltmek kadar korkutmazdı.”

“Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?”

“Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melul bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.”

"Her şeyi, bilhassa ruhumu, hiç bulunmaycak bir yere saklamalı."

“İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar.”

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna




Altını çift çizgiyle, sıkı sıkıya çizdiğim cümleleri alt alta yazınca, “insanlık”a ilişkin keskin, açık sözlü tespitler olduğunu fark ettim. Sonra, bu aralar “insanlar”ın üstüne biraz fazla gittiğimi fark ettim. Ve, “insanlar”ın üstüne bu kadar gitmekten vazgeçtim.



Şimdi bırakalım düzinelerce listeler tutmayı :)


                                  Kitaptan yılbaşı ağacım olsa yeter sanki.

25 Aralık 2011

Zamanlama Hatası




                                                                                    

Durmadan, bıkıp usanmadan zamanlama hataları işliyorum.

Anladım ki hiçbir zaman anlayamayacağım şeyler var. okudukça yazdıkça, gördükçe, baktıkça, duydukça anlarım sanmıştım, ama anlayamıyorum. Bazen bazı şeyler havsalamın alabileceğinin dışında kalıyor. Eğer psikoloji okuyor olsaydım ya da sadece giriş düzeyinde ders almakla kalmayıp biraz daha ilerleseydim anlayabilir miydim acaba, diye soruyorum kendime, ama yok. Her şeyin bir sistematiği yok. Ve artık, anlamaya çalışmak da yersiz. Anlayamayacağımın verdiği bilinç de yeterlidir belki.

Zamanlama hatalarından ibaretim sanki.  Yıllardır hem de.

Etrafımdakilerin sadece seslerine değil, sessizliklerine de alışmam gerek belki. Sessizlik beraberinde ıssızlığı getiriyor. Olsun, alışkınım. Susmaya alışkınım. Hiç konuşmamaya. Çünkü bu da çok şey getirir. Bildiklerim yetmez olduğunda, bilmediklerimi getirir. 

Belki böyle “alışmam gerek” diye diye, her şeye alışmaktan çekiniyorumdur bu sefer. Her şey ne de ‘alışılmaz’ oysa.


Bitirilmeyi bekleyen bir sürü şiir var. Kıpırdanıp duruyorlar. Ne zaman bitecekler, ne zaman duracaklar bilmiyorum. Şiirlerim bitsin artık istiyorum. Zamanla değişmesinler. Onlar da mı zamanlama hatası yoksa? Bilmiyorum, şiirlerimi bitirmem gerek. 

Zamanlama hatası işte. 




24 Aralık 2011

Öyle olmayı reddediyorum!




"Belki daha farklı bir insan olabilirsin” dediler bana. Daha farklı bir insan olamam ben. Bildiğim tek bir şey varsa o da başka biriymiş gibi, başka bir insanmış gibi davranamayacağım. Farklı birine dönüşmeyi bırakın, tasavvur bile edemiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa asla kendimden vazgeçmeyeceğimdir. Bunca zaman, rol yapan bir insana dönüşmemem gerektiğini düşünerek nefes aldım. Eğer kameralar sadece rol yapanları çekiyorsa ömrümün sonuna dek televizyonda görünmesem de bir şey kaybetmem. Ve evet, eğer sırf bu yüzden sıkıntı çekeceksem, buna da razıyım. Rol yapmayı reddediyorum. Bu benim yapabileceğim bir şey değil.

İnsanlar aforizmaları, özlü sözleri, vecizeleri; facebook, twitter sayfalarını şenlendirsin, “aman ben okuyorum” havası versinler, bloglarında “havalı” dursun diye seviyorlar demek ki. İş icraata gelince, nerede tüm o “düşündürücü” sözler?

Bir de Allah aşkına, niye “bir fikri olan” insanlardan korkuyorlar? Biri bana bunu anlatsın, yıllardır sorduğum bu soru bir cevaba erişsin artık. Çok sıkıldım. Öyle böyle değil, çoook sıkıldım artık. 





22 Aralık 2011

7 gerçek - Mimlenmişim!





http://golgeliyol.blogspot.com/   un yazarı sevgili Gökçe beni mimlemiş. Kendimiz hakkında 7 gerçek yazıyormuşuz. eh ben de yazdım gitti öyleyse:) 

7 gerçek 

       1. Aptal aptal gülmüyorsam iyi değilimdir. Genelde gülmek için herhangi bir sebebe ihtiyaç duymam. Ve suratımda anlamsız kocaman bir tebessüm olur. (Kocamanlığı koca yanaklarımdan ötürü galiba) Eğer gerçekten son yarım saattir hiç gülmediysem, cidden kötüyümdür. Bir de konuşmamam vardır, o zaman depresifleşmişim demektir. Konuşmuyorsam, çok fena!


       2. Dokunulmazlığım var! Dedem hep der ki “Bilge’nin dokunulmazlığı var, ona her şey serbest, hiç kimse bir şey diyemez.” Küçükken annemin bana dedemden korktuğu için iyi baktığını sanırdım J Evin küçük kızıyım ve herkes tarafından çok şımartıldım. Bunun etkisiyle, hâlâ biraz sevgi arsızıyım galiba.


       3. Önceden en büyük hayalim yazar veya şair olmaktı. Edebiyatı sevmek böyle bir hayal getirip koyuyor işte insanın başına.  Sonra konservatura gitmek istedim, olmadı tabii. Ben de sürünüyorum işte böyle çeviri meviri :p (diyorsam da aldırmayın, mesleğimi seviyorum ben)

       4.İsmime büyük zaafım var. Herhangi bir iltifat aldığımda genelde ne diyeceğimi şaşırır, cevap veremem. Ama ismimle alakalı iltifat edildiğinde pek sevinirim. “Bilge insan” en büyük iltifattır örneğin benim gözümde. Biraz narsistim, evet. 

       5. En büyük korkularımdan biri kilo almak. Kilo alınca kendime eziyet ederim. Özellikle şu sıralar bununla alakalı “dünyayı kendine zehir etme seansları” düzenliyorum.

       6. Yıllar geçtikçe büyüyeceğime, küçülüyorum sanki. Feci bir duygusallaşma gözlemliyorum kendimde her geçen gün. Bazen sırf bu yüzden, yani üzülmeyeyim, kırılmayayım diye çok fena kabuğuma çekilirim.  Yalnızken kimse beni üzmüyor sanki. 

      7. Yön kavramım hiç iyi değildir, hep kaybolurum. Bir keresinde Üsküdar’a gidecekken kendimi Çengelköy’de bulmuştum. Deniz gördüğüm yerde inecektim, o deniz Çengelköy’ün deniziymiş meğer!

"İşgalci Bir Aşk Bu!"


                                                       (Okulumuzdaki Starbucks işgalinden)




.

2012 hayalleri





Alter ego beni mimlemiş ve ben de 2012’den dilekler diledim.  Zaten hep hayalini kurduğum şeyler birer birer döküldü tabii. Sadece derslerimden, ödevlerimden fırsat bulup bloğa koyamadım bunca zamandır. 


Uyarı!

Bu yazının tonu “küçük kız çocuğu bilge” gibi oldu. Normalde de pek yetişkin hissetmediğimdendir galiba, hayal kurarken konuşurkenki tonumla yazdım. Şimdiden uyarayım, “aman, ben ne okuyorum böyle?” diyebilirsiniz.


2012’den dilekler

        1.  Az biraz daha derslerine düşkün bir öğrenci olsam.  Not ortalamasını az düzeltsem bu sene. Master yapabilmek adına geleceğe yatırım amaçlı, ders çalışmalı bir yıl olsun biraz.

        2. Yazdan bu yana psikolojik anlamda iyiyim. Depresif hallerim geri dönmesin. “Hıh” diyeyim ben, onlar geri dönerse de.

3.  Yeğenimi çok özledim! Bunu diyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama, bana bol bol Hakkari’ye gitme şansı çıksın lütfen, lütfen. Yeğenimi özledim beenL Bir de abimle eşi ve yeğenim hep sağlıklı olsun orada.

        4.  Küçük abim okulu bitirdikten sonra bir işe girsin, yaza düğün yapalım! Hatta ben yine hala olayım çarçabuk: ) Bu seferki kız olsun, bana benzesin. Kız halaya benzermiş, aaaa nasıl olur acaba: )

5. Şubattan sonra bir part-time iş bulayım. Çalışmayı özledim. Bakalım bakalım, bu konudaki planlarım gerçekleşse iyi olabilir.

       6. Doğru dürüst ney üflemeyeli bir sürü ay geçti.  Yeni kurs, yeni heyecan edineyim.  Bir de lütfen, ben bağıra bağıra şarkı söyleyecek bir ortam istiyorum artık, bu hiç mümkün değil ne yazık ki: (  Olsun ütopyalar güzeldir diyerek kendimi kandırayım.

       7. Ütopya demişken, insanlık ortaya çıksın bu sene. Nereye kaybolduysa artık, o tarafına ben karışmam. (bkz. sosyal mesaj vermezse ölecek hastalığı)

8.  Edebiyat var tabii! Çok okumalı kadar çok yazmalı da bir yıl olsun. Yazının üstüne biraz daha düşeyim.

9.  Biraz daha sadık bir sinema izleyicisi olayım. (vaktim yok, vaktim yok, vaktim mi yok?)

10.  Bir de, 2012’cim,  bu sefer çok rica ediyorum, ne düşündüğünü, ne hissettiğini, ne istediğini bilmeyen insanlarla karşılaşmak istemiyorum artık. Biliyorum, çok büyük bir beklenti ama bu insanlar çok sıkıcı.

11.Ve sağlık, özellikle gözlerimin derecesi fazla artmasın.


       12. Bunların hiçbiri sevdiklerim iyi olmadan mühim değil. Ailem ve  arkadaşlarım da hep iyi olsunlar. Dilekleri gerçekleşsin.


Ve 2012’den korku,

Son altı ayda beş tane ölüm haberi aldım. 2012, sen beni bu konuda feci korkutuyorsun bak, ona göre yani : (


Son not:

Aman Allahım! Bunu yazıp bitirdikten sonra bilgisayarım çat diye kapandı! Bundan ne anlam çıkarmam lazım? o may gudnıs. 

bu da yazımın şarkısı


                                                      Ceylan Ertem-Ütopyalar Güzeldir


(Eu+topos= good+place = güzel, iyi yer) cümlede bir düşüklük var gibi gibi, zira ütopya Latincede zaten güzel yer demek ama olsun yine de ütopyaları hayallemek güzeldir! Ahh geçen sene aldığım etimoloji dersinin kafasıyla yaşıyorum, evet) 

neyse, işte öyle bir şey :)









10 Aralık 2011

Sherlock Holmes'un Maceraları, Beirut vb.





Okuldaşım ve yanında pek çok kişi daha haksız yere tutuklandı. Çok sıkıcı bir gün. Sevinç dün bir saat sürdü, sonra yine sıkıntı. Şaşırmak, hâlâ şaşırabilmek güzeldi oysa ki.

Her şeyi bırakıp çalışmam gerek. Bu sefer fonda Beirut, öykü çeviriyorum, yeni bir kitap projesi var. arkadaşlarımla kolektif kitap çeviriyoruz bu sefer. Dünya, öykü çevirdiğim noktada durabilir mi, lütfen?  Kurmaca düzen bir yerlere atsam kendimi, olmaz mı? Gerçeklik çekilmiyor artık. Elbet vardır bir yolu. Vardır vardır, olmalı. 





                                                         Beirut-In the Mauseloum





.







01 Aralık 2011

"Çevirmene Eziyet", Cemal Karanlık

       




                Sabitfikir'deki Cemal Karanlık'ın sıkı hayranıyım. İnceden inceden çok güzel dokunduruyor. bir yazısında çoksatan yazanlar için "Yazarkasa" yakıştırması vardı ki çok sevmiştim. Nihayet, davalı(!) çevirmenlerimiz Süha  Sertabiboğlu ve Funda Uncu ve diğer tüm çevirmenleri de ele alan bir yazı yazmış. Bilmeyenler olabilir, özet geçeyim; Yumuşak Makine'nin çevirmeni Sertabiboğlu ve Ölüm Pornosu'nun çevirmeni Funda Uncu türlü saçma sapan ithamlarla erotik ve gençlerin çoçukların ahlakını bozmakla suçlaanan kitapları çevirmişler efendim. Bu ne cüret! Adalet sistemimiz o kendine has hızlı adalet dağıtma sitiliyle, çok sağ olsun, çoluğu çocuğu korumak için uğraşıyor. Sadece kadın olduğu için bir kadına "sen manken misin, bunu çevirmeye utanmıyor musun?" minvalinde sorularla Uncu'yu yazdan bu yana canından bezdirdiler. Şimdi davalar da görülmeye başlandı. Hemen bir sonuç beklemiyoruz tabii süpersonik mahkemelerimizden, zaten her zaman için ilk duruşmada dosyayı dinler hakim. İkinci duruşma tarih atma duruşmasıdır. İkinci duruşmada hakim, Ölüm Pornosu'nu okumadığını (kim okudu ki zaten?) ve Boğaziçi Üniversitesi ile Bilgi Üniversitesi Edebiyat bölümlerinden uzman yardımı almak istediğini söyledi(nihayet kitaplar güvenilir ellere teslim edilecek, lakin biz yine de bundan bir şey ummayalım, ne de olsa karar ezel ezelden belli). Bu  davaları neden bu kadar önemsiyorum(z)? Çünkü, buradan çıkacak kararlar emsal teşkil edecek. bu açıdan çok büyük önem taşıyor. Neyse, sonuç itibariyle durum bundan ibaret, aşağıda da Sabitfikir'in Cemal Karanlık mahlasıyla yazılan Kulis köşe yazısı: 



Cemal Karanlık
Çevirmene Eziyet
29.11.20011


Epeydir buluşamıyorduk Nadir’le. Önceki akşam telefon çaldı, baktım, bizimki. “Yahu nerelerdesin,” dedim. “Abi sorma, birkaç aydır yurtdışındaydım, buluşalım da iki lafın belini kıralım,” dedi. “Olur lan özledim valla,” dedim.


    Efendim, işin özeti, Nadir arkadaşımız karşılaştırmalı edebiyat işinden sıkılınca kendine daha farklı bir gelecek çizmeye karar vermiş, İngilizcemi geliştireyim, en kıyak yerinden öğreneyim ki işe yarasın, bu kadar edebiyat okumuşluğumuz da var, bakarsın çeviri ödülleri falan alırız, diye düşünerek basmış İngiltere’ye gitmiş. O zaman fırsat acil tarafından çıkınca eşe dosta haber bırakmayı da unutmuş. Olsun. Bir lisan bir insan demişler. İnsanın bir altın bileziği olacak illa.


    “Evladım iyi de, çevirmenlik bu ülkede meşakkatli iştir, zordur, başa beladır,” dedim, “üstelik para falan da kazandırmaz. Ne güzel okuyup akademisyen olacaktın, niye caydın karşılaştırmalı edebiyat işinden?”


    “Abi baktım iş olanakları sınırlı; masa başında dirsek çürütüp eleştiri yazıları yazacaksın, onca kafa patlatacaksın… Ama bildiğin gibi bu ağır işin karşılığını asla alamıyorsun bu ülkede.”


    “Bilmez miyim… Hem kıt kanaat geçin, hem yazdıklarını öğrencilerinden başkası okumasın, hem de…”


    “Evet abi?”


    “Hem de, kazara, olmaz ama, diyelim Orhan Pamuk’un bir romanını beğenmedin. Vay haline. Orhan kızıp köpürür, okurlar yazarımızı çekemedi diye ayağa kalkar, edebiyat dergileri de senden uzak dururlar; al başına belayı.”


    “Bunu düşünmemiştim ama bu da doğru. İşte bu yüzden ben de çevirmen olmaya karar verdim. Hem bakarsın çevirdiğim kitap çok satar; oh ne âlâ.”


    “Orası öyle de, işin bir de öbür yanı var. Bunca edebiyat okumuşsun. O çok satarları çevirmeyi bakalım miden kaldıracak mı? Kaldırırsa ne iyi, diyecek yok. Ama bir olur, iki olur, üçüncüsünde iş bildiğin gibi, eziyete döner. Ama bir sakınca daha görüyorum, istersen devam edeyim.”


    “Et abi?”


    “Bizim usta çevirmenlerimiz 12 Eylül öncesinde sol klasikleri çevirdikleri için hapis yatıyorlardı. Aranan, yurt dışına kaçmak zorunda kalan… Bugün de bildiğin gibi durum farklı değil. Devlet, Ölüm Pornosu’nun çevirmeni ile uğraşıyor bak. Yani, eninde sonunda, bu belalardan uzak kalayım diye eften püften şeyler çevireceksin. İyi edebiyatı çevirip okurumuza hizmet edebilirsin, ama onun da okuru az. Diyeceğim, bu ülke çevirmene eziyet. Tabii yine de sen bilirsin.”




Ve son olarak 
(yazıyı bu kadar sevmemdeki bir faktör de, benim de istemeden de olsa bir çoksatan çevirmiş olmamdır. Ne yazık ki idealizm bu noktada işe yaramaz hale geliyor ve -bir yerlerden başlamak için- bir şekilde bestseller'ın elinden tutmak zorunda kalıyoruz, zira talep varsa arz da olacaktır, serbest piyasa ekonomisi... ) 







30 Kasım 2011

Uyuyamayanlar #1


                                              ama bu harika değil mi? sayfa sayfa uyurdum! :)

                     
                                                                          ve

                                     

                                            Kafabindünya-Yapılabilecek bir şey yoktu.

                             
                                      gecenin post-rock şarkısı da uyuyamayanlara gelsin öyleyse:)



.







28 Kasım 2011

(Tesadüf Bu Ya!:)

     



  " ... Kız belli ki, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünüyordu. Zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanı ise Vüs'at O. Bener okurudur."


                    Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi, İletişim Yayınları, 2011, syf. 114




Tam da harika bir Vüs'at O. Bener sempozyumundan dönerken, tüm gün Bener'den bahsetmişken, otobüste elimde Bıçakçı'nın son kitabı. Okuduğum cümleyle hayretler içinde kaldım. Hayatın açtığı parantezler güldürdü bu sefer. Twitter'dan ve blogdan tanıştığımız gökçe ile (bknz. http://golgeliyol.blogspot.com/) güzel ve bol edebiyatlı bir gün geçirdik. Ve tıpkı dün sahafını gezerken arkadaşlarımla beni uyaran şeker amcanın da dediği gibi "Kitaplar insanın başına güzel işler açar, hiç ummazsın."


Sinek Isırıklarının Müellifi'ni bitirince geri geleceğim. Lakin, şimdi gidip bir yığın ödev, çeviri ve dosyamın başına geçmem gerek.


iyi geceler:)




.

26 Kasım 2011

Garibime Gidiyor Bazen

           



             Garibime gidiyor bazen. Öğrencisi olduğum dünyanın, öğrencisi olduğum yurdun pencerelerinden aşağı bakıyorum. Yoldan gelip geçiyorlar. Onlar geçiyorlar diye bakmıyorum. Ben baktığım için geçiyorlar. Kimse yukarı bakmıyor. Bakmasınlar. Mühim değil. Ben kitap okuyorum, kimsenin kafasını kaldırmadığı bir yükseklikte. Azıcık kafamı uzatsam boğaz görünür. Gökyüzünden çaldığı mavilerle ve o çok sevdiğim simitçi martılarıyla boğaz. Azıcık kafamı uzatsam, daha neler göreceğim kim bilir.  Garibime gidiyor bazen. Elimde değil, düşünmeden edemiyorum, bu hızdan tereddütlüyüm. İstesem de, istemesem de radara yakalanıyorum.  Lunaparkta gondollara binemeyen çocuktum ben. Hızlılardı. Şimdi saatte kaç kilometreyle koşuyorum? Hız trenleri geçiyor yanımdan. Biletler kesilmiş, bana da kesilmiş. Biniyorum, gidiyorum. Nereye çekilse giden bir tren bu. Düşünmeden binilen. Elimden tutuyor yanımda oturan. Ürkmüyoruz, radar yok, polis yok, saniyede 1500 metre kat ediyoruz.  Lunaparkta gondola binemeyen çocuktum ben. Çok belli, ben büyüdüm ve kirlendi dünya.  Yoldan gelip geçiyorlar. Hiç bakmıyorlar. Garibime gidiyor bazen.




                                                    
                                                  Ane Brun'dan "Big in Japan" cover'ı









14 Kasım 2011

Sonsuzdan Korkmak

.


Bilinçaltımı tarıyor cümleler. 3 kelime ediyorum, 3 kelime kendiliğinden geliyor. Ben 3 kelime, o üç kelime. Ben 3, o 3. Bilincim bilinçsizliğe karışıyor. Konuşuyorum, durduramıyorum, elimden ne gelir? Elimden ne gelir? Benim elimden ne gelir? Ne? Kısa bir hikâye anlatıyorlar, dinliyorum. Susuyorum, konuşuyorum ama baştan ayağa dinliyorum hani, enikonu dinliyorum. Kurgusu yok, mesajı yok, ama girişi var, gelişmesi bile var. Sonu? Sonu yok. Sonu hiç olmamış. Sonsuz.  

Hiç kurmadığım cümleler dökülüyor ağzımdan. Cümlelerle hayatımı geçiriyorum, cümle kurmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Hiç duymadığım cümleler. Çeperimde bilinmedik korkular, seçici geçirgenliğim nerede? Hücre duvarım zaten ölü. Korkular gelmiş. Espri yapıyorlar, anlamıyorum. mizah anlayışları garip.

Gitmek istiyorum, sadece gitsem. Kolumu çeksem omzumdan, omzum yerinde kalabilir. Kolumu alıp götürsem, gitsem. Ama öyle nereye olursa değil, sadece kendimin yanına gitsem.

Sonsuzluktan gelen uyarı: "Sen sonsuz değilsin, benim sonsuz. Sakın kaytarma, susma, konuşma da. Başkaca işin yok mu? Başkaca işin yok mu? Başkaca işin yok mu? Başkaca işin? Başkaca?? Sus. Konuşma."

Sonsuzluğa söz verdim Konuşmayacağım. 

Diyorum, oradan gelenlere karşı koyamayız, çok çetrefilli bu. Vazgeçelim.

Hiçbir işim yok artık benim, sadece korkuyorum. Bu da insani bir his, öyle değil mi?  

Korkuyorum.

Korkudan korkuyorum.

Korku.  



.

08 Kasım 2011

Dorian Gray'in Portresi




Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır.
           Sanatı göz önüne serip, sanatçıyı gizlemek sanatın amacıdır.
Eleştirmen, güzl şeylerden edindiği izlenimi başka bir üsluba ya da yeni bir malzemeye dönüştürendir.
           En alçak eleştirinin en yüce biçimi özyaşamöyküsüdür.
Güzel şeylerde çirkin anlam bulanlar, sevimi olamadan yozlaşmışlardır. Bu bir hatadır.
          Güzel şeylerde güzel anlamlar bulanlar kültür ve zevkleri gelişmş kişilerdir. Onlar için umut vardır.
          Onlar güzel şeylerin salt Güzellik ifade ettiği seçkinlerdir.
          Ahlaka uygun olan ya da uygun olmayan kitap diye bir şey yoktur.
          Kitap denen şey ya iyi yazılmış ya da kötü yazılmıştır. Hepsi bu.
Ondokuzuncu yüzyılın realizmden hoşlanmayışı kendi yüzünü aynada görmeyen Caliban’ın öfkesidir.
          Ondokuzuncu yüzyılın romantizmden hoşlanmayışı kendi yüzünü  aynada görmeyen Caliban’ın öfkesidir.
İnsanoğlunun ahlaki yaşamı, sanatçının özne-malzemesi olsa da, sanatın ahlakı, kusurlu bir ortamın kusursuz olarak kullanılmasından ibarettir.
          Hiçbir sanatçı herhangi bir şeyi ispatlamak isteğinde değildir. Doğru olmayan şeyler bile ispatlanabilir.
Hiçbir sanatçı etik sempatiler dışında koşmaz. Sanatçının bu tür eğilimler göstermesi bağışlanmaz bir biçimsel özenti ve abartıdır.
          Sanatçı hiçbir zaman karamsar ve marazi değildir.
          Sanatçı her şeyi ifade edebilir.
Sanatçı için düşünce ve dil sanatın araçlarıdır.
          İnsanın kötü huylarıyla erdemleri, sanatçı için bir sanat hammaddesidir.
Biçim açısından tüm sanatların en üstün örneği müzisyenin sanatıdır. Duygu yönünden en üstün olansa aktörün sanatıdır.
Tüm sanat aynı zamanda hem yüzey hem de simgesidir.
Yüzeyin altına inen Tehlikeyi kabullenir.
Simgeyi okumaya kalkan Tehlikeyi kabullenir.
Sanatın aynasında yansıyan, aslında yaşam değil seyircidir.
Bir sanat yapıtı üstüne yürütülen fikirlerin çok çeşitliliği, o yapıtın yeni, karmaşık, ve canlı, yaşamsal olduğunu gösterir.
Eleştirmenlerin fikirlerinin çeliştiği yerde sanatçı kendisiyle uyum halindedir.
Yaptığına hayran kalmadığı sürece insanın; işe yarar bir şey yapması bağışlanabilir; işe yaramaz bir şey yapmasının tek özrüyse ona derinden hayran olmaktır.
Sanat tümden kullanım dışıdır. 

Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi, Can Yayınları, Çeviren Nihal Yeğinobalı, 2002


İşbu cümleler benim gibi hiperaktif bir okuyucuya bile önsöz okutmayı başarmıştır.


ve;



Noir Désir-Le vent Nous Portera


yahu, ne güzel şarkısın sen. Fransızca aşkımın depreşme sebebi, gel bakayım yamacıma, kitap okuyalım seninle... 





05 Kasım 2011

Son iki haftadır neler karıştırdın, sevgili beynim? (What the fuck were you doin' for the last two weeks my dear brain?)

              


          “Evvelce yazdığım birkaç şeyi mi paylaşsam?” dedim ama hile yapmak gibi olurdu bu. “Bu yazamamak neden?” diye sordum bu sefer kendime. Bana sorarsanız, yani diyorum ki bence, ben kendimi rahat bıraksam herkes ve her şey de rahat bırakabilir aslında. Ama kendimde, kendimi rahat bırakacak cesareti bulamıyorum nedense. Soruya cevap şöyle olabilir, yazın kötümserlikten doğarmış. Ondan olsa gerek, bir süredir doğru dürüst hiçbir şey yazamıyorum. Üzerimdeki bu -anlamsız ve kaynaksız olmasından çok korktuğum- iyimserlik geçerse diye tereddütlüyüm. Raydan çıkmalardan ürken, ayağı yere basmayı seven insanlardan olmak çok sıkıcı bir şey aslında, bunu da biliyorum. Ama hiç vazgeçememek var bundan, vazgeçemediğim için kendime biraz kızıyorum. Bunu değiştirmek çok zor galiba. Belki de bazen raydan çıkmak gerekiyordur. Emin değilim henüz.

             Evet, kafayı toparlayamamanın doruk noktasındayım, fiziki yorgunluklara alışkınım da, her bir parçası ayrı bir yerlerden toplama bu yorgunluklara alışamıyorum. Kilometreler, kıtalar  ötesinden bir “selam” yanıbaşımdaki iki(2) “selam”a dönüştü. Selam Arapçada “benden sana zarar gelmez,” demekmiş, yeni öğrendim. Ama her selam veren zarar vermeyecek diye bir şey de yok hani. Parmaklarımla uzun uzun, sayılar  saymak istemiyorum ben artık. Üstelik matematiğim de kötüdür. Sorduğum soruların cevaplarını almak ya da almamak önemli değil diyordum. Geç cevap alınca önemli olabiliyormuş demek ki. Soruların cevapları mı geç, yoksa ben aceleci bir sorgucu muyum?

               Bu kadar çok şey söyleyip hiçbir anlama gelmemenin zirvesinde de olabilirim. Ya da çok şey söylemek isteyip de hiçbir şey diyememenin. “Tereddütle susma”nın.  Sözün özü, “Bu iş zor yonca.” Çünkü insanların aylar boyunca hiç soru sormadan durduğu şu sıralar ben hiçbir yere koyamıyorum fikirlerimi, sorularımı.

            Bir de şu var, düzelti yaparken sırf bitişik mi yazılıyor ayrı mı diye sözlüğe açıp baktığım “boş vermek” kelimesinin argo çıkmasıyla şaşırıp kalmıştım bir zamanlar. Ayrı yazıldığının şokunu atlatamamışken, bir de argo olduğunu öğrenmek beni derinden(!) etkilemişti. Kelimeler özerkliklerini ilan ettiklerinde birbirinden ayrı yazılırlar. Eğer harf alıp verirlerse, aralarında bu türden tensel bir temas söz konusu olursa bitişik yazılırlar. Boş kelimesinin “vermek”ten bağımsızlığı varmış meğer. “Boş vermek”. Demek ki boş'un vermekten ayrı bir kimliği var bu bağlamda. Üzerinde hâlâ düşünüyorum. 


           Ha bir de, -ben de dahil(?) olmak üzere- “Bu büyükler çok ama çok acayip.”

            …

           Herkese iyi bayramlar dilerim. 


Bu da bugünümün şarkısı



Werewolf'un canlı kaydı varmış meğer, ilk defa dinledim, mutluluk kaynağı oldu:)





.

17 Ekim 2011

Başlıksız

                                                                                   


                                                                       “İçimde öyle çok ki, her gidenden
                                                                                         biriktirdiğim melekler.”



              Üç (3) gündür üst üste gördüğüm insanları görmek istediklerime benzetiyorum. “A bu mont! A bu kazak, a bu çanta!” repliklerim ve sonrasında karşıdan gelenlere dik dik bakmanın utancıyla gözlerimi yere indiriverirken anlamalarım. Özlemin en yoğun hali sokakta gördüğün herkesi on(lar)a benzetmek.  Bu yanılsamayı küçük abim üniversite okumak için evden ayrıldığından beri yaşarım hep. Bir montu vardı, oturduğumuz küçük şehirde iki-üç kişide daha vardı aynısından. O insanları ne zaman görsem, yanılırdım. Büyük abim gittiğinde çok küçüktüm; hatırlamıyorum, belki o zaman da aynısını yaşamışımdır. Özlem; kendimi bilmedim bilmeyeli.

             Ne var ki bunları hiç anlatamıyorum, telefon edemediğim için özlemediğimi sanıyorlar sözgelimi. Oysa seslerini duyunca kötüleştiğimi anlamıyorlar. Onlar hiç kötü olmuyorlar mı? Dahil olamadığım hayatlarını anlatıyorlar, daha da özlüyorum. Abim arayıp yeğenimin sesini dinletiyor. İyilik yaptığını sanıyor. Telefonun ucunda öylece kalakalıyorum. Her şeyin bir doğru yolu yok ki. Her özlemenin bir yolu mu var? Her şeyi bilindik formlarda yaşamak zorunda mıyız? Bildiğimiz davranış sistemiyle hareket etmek zorunda mıyız? Ben onları böyle özleyemez miyim?

           Uzaktakiler arayıp teker teker “Beni niye aramıyorsun?” diye sormaya başladılar yine. Rica ediyorum, ne olur aramayın beni; çok fena özlüyorum. 




.