30 Eylül 2011

Edepli Olun Efendiler!

        
       Bir şeyler yazayım diyorum ama o kadar sinirlendim ki akşam eve gelir gelmez. Oysa ne güzel gündü bugün, akşama kadar Boğaziçi Üniversitesi Çeviri Kulübü’müzün tanışma toplantısı vardı. Birinci Sınıflarla tanıştık. Yeni fikirler, yeni dergimiz, yeni internet sitemiz, yeni yeni atölyeler, Çeviri Öğrencileri Birliği’miz, falan filan bir sürü şey.  Biz oturmuş 17-18 yaşındaki insanlara mesleği daha çok nasıl sevdiririz, daha iyi bir çevirmen nasıl olunur, biz nasıl daha iyi oluruz, nasıl gelişiriz diye kafa yorarken adamlardaki kafaya bak!

        Ben yayıncımla kavga edeyim, ben 1000 karakteri 4 liraya çevireyim, benim emeğime saygı duyulmasın, bilumum yayınevlerinde tüm kitap çevirmenlerinin emeği sömürülsün, staj adı altında herkesin emeğinin üstüne oturulsun! (Bunları havadan konuşmuyorum. Hepsi bizzat tecrübe ettiğim şeyler. Ve etrafımdaki arkadaşlarımın yaşadığı şeyler.) Ve ben tüm bunların üstüne bir de hapse atılayım!

       Çok sinirliyim çok! Nerden geliyor her şeyi böylesine kolayca sabote etmenin cesareti, nerden geliyor bunca cehalet? “Bu kadar cahillik ancak okumakla olur”. Bu muzır kurulu’ndaki tek kadın üyenin röportajını okumuştum, kendi cv’sini anlatmaktan kitabın ne menem bir şey olduğuna kadar zilyonlarca birbirinden bağımsız, uçuşuk fikirler. Yahu bu vakitte nasıl bu kadar saçma şeyler düşünebiliyorlar? Gerçekten merak ediyorum! Bana ne senin hangi kallavi okulu bitirdiğinden, eğer zihniyetin orta çağda kalmışsa?

        Marki de Sade’ı zindanlarda çürüten zihniyetin 21. Yüzyıl izdüşümü! Bir yazara en büyük ceza elinden kaleminin alınması. Onun da elinden kalemi almışlar. Hapse attınız diye değişti mi bir şeyler? İstediğiniz “ideal dünya” düzenine kavuştunuz mu? Bana vereceğiniz en büyük ceza da sözlüğümü elimden almak. Değişecek mi peki? Dünyada o istediğiniz çok edepli düzeni kurabilecek misiniz? Her şey sessiz, herkes suskun, tırnak içinde edepli!

        Edep ne demek allasen? edep edep dersi verenlerin her gün ne kadar “uslu edepli” olduklarını görüyoruz! Ağızlarından kötü lafı, küfürü, incitici sözü düşürmeyen, başkalarını hiç düşünmeden ağır sözlerle suçlayan, amiyane tabirle "laf çakan"… Çok dikkat etmek gerek, bir kelime cümle içinde bu kadar çok kullanılıyorsa anlam yükü azalır, hatta anlamını yitirir. Edep ne demek allasen? çevirdi diye bir kadına “sen manken misin?” diye soran polis mi edepli? 3 yıl hapis isteminde bulunan savcı mı edepli? Edep ne demek allasen? bu insanlar "kendi" edepsizliklerinden korkuyorlar olsa olsa!

       Bugün "Çevirmenler Günü". oturmuş meslektaşım için üzülmemeliydim ben bugün. Düşündükçe parmaklarım titriyor. Ne desem dilimin ucunda bir iğne. Çok sinirliyim çok!


27 Eylül 2011

İngilizce Aslından Çeviren


İngilizce Aslından Çeviren

          Saat akşam 9 olmuş ben hâlâ uyanmaya çalışıyorum. Kitabımın son redaksiyon günüydü bugün. Bir kez okuyup, bir kez çevirip, üç-dört defa da redaksiyondan geçirdim. Benden başka iki kişi daha redaksiyon yaptı bir buçuk aydır. Her şeyin ilki çok zor oluyor. Ama çok şeyler öğrendim, derse gidip 50 dakika put gibi oturarak öğrenemediğim kadar, sevmediğim tüm o edebiyat hocalarından ve edebiyat çevirisi hocalarından öğrenemediğim kadar şey öğrendim. Belki bundan sonra bu kadar sancılı olmaz bu süreç, belki de bilmiyorum, bir daha nasıl olur? Lakin bu seferlik bitti, onu biliyorum. Yeterince gecikti zaten, yarın sabah matbaaya gidecek ve yüksek ihtimalle 5 Ekim’de raflarda olacak. Adım bir kitabın kapağında şöyle geçecek, İngilizce Aslından Çeviren: Bilge Makas. Kim bilir belki uslu bi çocuk olursam, çok çok büyüyünce Tomris Uyar bile olabilirim! J blogumun daimi misafiri Tomris Uyar diyor ki: “yine de en haklı duygu mavidir.” Mavi bir his bu. Haftaya her şey daha güzel olacak galiba. 

22 Eylül 2011

ya öbür çocuklar da ölürse

Ey çaresiz
Neyin çaresini arıyorsun
Neyin çaresi var, neyin yok
Yaz bunları bir kenara
Bir gün belki bulursun çareyi
İnsanlar ölmesin demiyorum
İstediğim, ölümsüzlük değil
Ne kendim, ne başkaları için
İstediğim, çocuklar ölmesin
Çocukların ölümüne
dayanamıyormuşum demek
Hiç çocuğu olmayan, hiç çocukluğu olmayan
Hiç çocuklarla yaşamamış olan ben
Gözyaşlarım utancım değil
Daha önce de ağladığımı ansıyorum
Ama bir düşünce:
Ya öbür çocuklar da ölürse
O zaman ne yaparım
Ama saçmalık bu
Saçmalık mı, değil mi bilmiyorum
Birden ölüveren bu bebe
Saçmalık mı, değil mi bilmiyorum
Bir tek şey istiyorum
Çaresizliği yenmek.


Ferit Edgü, O/Hakkari'de Bir Mevsim, Ada Yayınları, 1985, s.59



20 Eylül 2011

Beklemek Üzerine




Beklemek Üzerine


          "8 harfli bir kelimedir" dedi, "mutluluk nedir?" diye sorduğunda karısı. Çünkü onlar için mutluluk, sözlüklerde mutlu kelimesinden sonra gelen bir isimdi sadece. Bizzat şahittim.  Kavga bile edemiyorlardı.  İletişimsizlikten kavga edebilirlerdi olsa olsa. "biz bugün hiç kavga etmedik hadi bi kavga edelim" minvalinde iç sesleri olurdu genelde. Bazı kelimeleri yalnız sözlüklerde yaşayabiliyor bazı insanlar.  Kelimeler olmasa mutluluğun ne olduğunu bilmeyenler var. Neyden kaynaklanıyor bu bilmiyorum, belki erteleme, belki de bekleme arzusu. Hiç mutlu olmayı beklediğinizi hissettiniz mi? "Falanca gün geldiğinde çok mutlu olacağım." Ne güzel bekliyoruz hiç fark ettiniz mi? Oysa yazar şöyle diyor, "Hayatta ne çok şey yıllar alıyor!" Çok haklı değil mi? Bazen biz de bu kategoriye giriyoruz, ne yazık. Hayat algısı tariflerden ibaret bir görme engelli gibiyiz. Yalnızca tarif edilmiş, tecrübe edilmemiş.
      
           Çok umutsuz cümleler yazdım gibi görünüyor.  Yok hayır, aslında bunları tam da arkadaşlarımla çay içerken sohbetin ortasında düşünüyordum. Kollarımdan taşıyordu mutluluk. Neden kollarımın uzun süredir ağrıdığını o zaman anladım. şimdi bir hafta falan ağrımaz sonra tekrar başlar gerçi. Değişen bir şey olmaz. 

           Sözü fazlaca dolandırdım. Aslında sadece bir sorum olacaktı, mutlu olmak için beklemek çok saçma değil mi?



13 Eylül 2011

Doğum Günü Mektubu

                                                                                                 "Ne güzel şey hatırlamak seni,
                                                                                                   yazmak sana dair..."





Büşra,


Her eylül benden uzak, bi yerlerde doğuyosun. Ondandır, eylüllerde hep geç kalıyorum ben. Üzülüyorum, ama olsun, biz bunca yıldır beraber dünyaları kurtarmadık mı? kurtardık, kurtardık. Sen şimdi istanbul’da küçük odanda bunları okuyorsun, biraz diniyor mu özlemin? ben seni İstanbul gibi özlüyorum.

Ben doğunca taaa nisanda, sen video çekmiştin dünyanın öbür ucunda. Benim elim kamera tutmaz, ama bak, bilirsin, kalem tutar böyle, ağzım hep kalabalık.

Şimdi bir şey diycem ama kızma n’olursun. Sen Hollanda’dayken ben çok küfrettim. Geceleri yurt odasında bilmem kaçıncı kahvemi içerken, seni özlediğimi bildim ben. “O ne, niye içiyorsun ki” demeni özledim. “Hadi gidip voleybol oynayalım” demeni. Ben seninle oynayıp oynayıp tavlada yenilmeyi özledim. Bebek’e inmeyi, ders arasında kantinde boş boş oturmayı, sessiz sessiz çalışmayı, dinlediğim müziklerle dalga geçmeni, “amma da bağırıyo bu manyaklar” demeni.  Gece yarısı kalkıp yurdundan yurduma gelişini, gece yarısı kalkıp yurdumdan yurduna gelişimi özledim, umarsız, tek kelime gerektirmeyen dostlukla. Saat geç olunca uykuya yenik düşen hallerimizi. Kurduğumuz boyumuzdan büyük hayalleri hıdırellezde Yeşilırmak’a atışımızı :“Boğaziçi bir iş bir ev bir de araba.” Ben seninle, hiçbir şey olmasa, o büyüdüğümüz küçücük şehirde dua ettiğimiz günleri özledim.

Hatrılıyo musun? lisede gittiğimiz piknikte salıncaktan düşmüştüm. Sen bu evimi hiç görmedin. apartmanın bahçesinde bir tane salıncak var. İnip inip sallanıyorum, bir kere düştüm pat diye. Ama sen olmayınca salıncaktan düşmenin de keyfi olmuyor. Kimse gülmüyo bana sarı saçlarıyla. Sen gülmezsen, salıncaktan bile düşmem ben.

Sesinin feri kaçıyor kimi zaman. Küçük kahkahanı, hüzünlü zoraki bir tebessüme çeviriyorlar. Onları var ya, benim onları öldüresim geliyor. Bir tek, sen daha fazla üzülme diye öldürmüyorum. Aslında çok iyi bilirsin, ben bu dilimle ne insanlar katlederim.

Bazen beni de üzüyorlar, o zaman telefonda Büşra’nın B’sini demeden anlayıp koşuyorsun ya, işte ben senden bir tek o zaman korkuyorum. sükûnetimin sebebini bir tek sen anlıyorsun. Hani bazen de, uzaklara dalıyor gözüm, anlıyorsun ki canım bir şeylere sıkkın. İşte o zaman komedyen olup çıkıveriyorsun ya, ben hayatımda en çok sana gülüyorum.

Hani, öyle özledim ki ben seni, alışverişe bile gelirim artık. hiçbir şeyi beğenmesen de, onu giyip bunu çıkarsan da gelirim. Adamlarla kavga bile ederiz, bak ciddiyim, inan bana, gelirim.

Sen şimdi bu sene öğretmen olacaksın.  Öğrencilere yabancı diller öğreteceksin. Hepsini yabancı dünyalara götüreceksin. O zaman nerede olursun bilmiyorum. Seni o zaman da mı özliycem ben?

Mektup da yazmıştın bana orda. defalarca okumuştum. Sen bunu defalarca okuma, özlem arttıkça ne dediğini bilmiyor insan.

Ama bak, gördün mü? Çok mutluyum ben, biletim elimde! 5 gün sonra yanındayım. Öyle mutluyum, öyle mutluyum ki, hiçbir dilde kelimesi yok bunun!

Doğum günün kutlu olsun! Senin doğduğun gün, ben mütemadiyen umutluyum. doğum günün kutlu olsun...

                                                                                                                   bilge





*7.5 aydır göremediğim en yakın arkadaşıma yazdığım doğum günü mektubu.



                                                                                                                                   


10 Eylül 2011

Gün Saymanı

Gün Saymanı

Gözlerimin elinden tutup,
gezmelere
götüren adam,
gitti.


geri gelecek.
şiir okuyacak bana.


gün sayıyorum,
çoğu gitti,
çoğu kaldı. 








09 Eylül 2011

Değişim ve Karışım

Değişim

            Kafkaesk bir değişimden söz etmiyorum. Kast ettiğim kavram hayli basit. Düşünce düzlemim realist. Yalnızca “Değişim neden?” diye bir soru sordum kendime, cevabını arıyorum.

Neyse ki cevaplayacak pek çok bilim dalı, disiplin, doktrin, öğreti vs. mevcut. Peki,  bunlardan bana ne? Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bilmek bana değişirken yarar sağlayacak mı? Ya da aynı ırmakta iki kere yıkanamıyor olmama çok mu sevinmeliyim? Ben bir soru soruyorum. İnsana ait bir cevap arıyorum. İnsan; bilimadamlarının, feylesofların tayin ettiği gibi mi değişiyor? Sahi, biz öyle mi farklılaşıyoruz?

Bilim her zaman mutlu etmiyor beni. Aksine bazen tasvir etmekten öteye gitmiyor,  tatmin edemiyor. Neden sonra, o ünlü “bilgi kirliliği”nin içine düşmüş, debelenirken buluyorum kendimi.  Neden değişmekten bunca korktuğumuza bir açıklama var mı mesela? Varsa bile mantıklı mı? Mantıklıysa, korkunç olmaktan uzak mı?

Bunları bilmiyorum, ama hep devindiği için hiç korkmadığım tek şey var: kafelerdeki çikolata şelaleri! Onun dışında korkuyorum ben biraz. Kim korkmuyor? Korkmayan var mı? Ya da sahici bir cesaretle karşı durmayı göze alan?



 Karışım

İşte her şey, buradan sonra karıştı. Ben sadece kendi çapımda eğleniyordum aslında. Fark ettiyseniz, soru sormayı çok severim. Hep sorma halindeyim. Ancak, tüm bunları düşünüp kenara koyunca, yeni bir kitaba başladım. Italo Calvino’dan, Ağaca Tüneyen Baron adlı fantastik roman.  Romanın ana izleği; ileride baron olmamak için babasına karşı koyan oniki yaşındaki çocuğun ağaçlara çıkması, ölünceye dek tüm hayatını  ağaçlarda geçirmesi ve kendine has başkaldırı yöntemleri. Calvino’nun kurguladığı üstkurmaca dünyada olmayacak şeyler olabilirmiş gibi gösteriliyor (tıpkı diğer tüm üstkurmaca metinlerde olduğu gibi). Ağaçtan hiç inmeden yaşayan bir kahramanımız var; Cosimo keçi sağıyor, kuş vuruyor, ağaçları buduyor, hatta âşık oluyor, seks yapıyor. Roman Cosimo’nun kardeşi Bioggio’nun bakış açısından veriliyor. Anlatıcımız Bioggio, ağabeyinden şöyle bahsediyor:

                           “Onun gerçeği başka bir düzene bağlıydı, sözcüklerle değil, Sadece onun yaşadığı gibi yaşamakla anlatılabilirdi. Ölünceye kadar yaptığı gibi, acımasızca kendine sadık kalarak ve değişmeyerek bütün insanlara bir ders verebilirdi.”

            Ölünceye kadar değişmemek, değişmemeyi başarmak ve ilkelerine sadık kalmak;  Cosimo’nun   yapmaya çalıştığı bu, aslında. Calvino, fantastik dünyasında değişimi “kötü ve karşı konulması gereken bir süreç” olarak im(ge)liyor. Babasına kızan ‘12’ yaşındaki aristokrat bir çocuk “değişim”e karşı koymak için ağaçlara çıkıyor. Sırf bu yüzden, bir ütopyaya kaçıyor. Belki de, değişmesinden hoşnut olmadığı ayak bastığı o yer’i, gök’e tercih etmiyor, hep bir metre yukarıda yaşıyor. “Her şeyin değişmesi için, seçme yeteneğinden yoksun, açgözlülükleri içinde ileri görüşlü olmayan, kendi çıkarları da dahil hiçbir şeye bağlanamayan yeni kuşakların çıkagelmesi yetti.” Calvino, burada yeni nesilden hiç umutlu olmadığını ima ediyor sözgelimi. Seçme yeteneğinden yoksunuz biz. Seçmiyor, seçiliyoruz. Seçtiriyoruz kendimizi.

Bu zamana kadar yaptığım tüm çıkarımlara taban tabana zıt düşen bir roman ve beni büsbütün ikircime sokan  fantastik bir dünya. Bazen ben de romanlarda yaşamak istiyorum. Ama  Calvino, okuyup da içinde olmak istemediğim o fantastik evrenlerden birini kurgulamış bu sefer. Buna rağmen, kahramanın başkaldırısı öylesine güçlü, öylesine yenilmez ki ‘keşke hayat, ya da hayatı hayat yapan “değişim” postmodernist bir roman olabilseydi’ diye geçiriyorum içimden. Ne yazık ki öyle olmaktan çok uzak. Cosimo, sonradan mecburen üstlendiği Ombrosa baronluğu görevini yaparken dünyayı değiştiremiyor belki, ama anlamaya çalışıyor; olanca isyankârlığıyla hastalığa bile aldırmıyor, ölümü de gerçekdışı vuku buluyor.

Kitabın sonlarına doğru Cosimo’nun savaştığı polisler şöyle bağırıyor: “Yeter! Susalım! Bitmedi mi bu rezalet? Her kim şarkı söylerse vururuz!” Her kim şarkı söylerse, vuracaklarmış. Şiir okuyup şarkı söyleyenleri susturanlar var. Size de bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Belki de Cosimo haklıdır. Belki de hiç değişmemeliyizdir.




Kişisel kitap okuma notlarım:

*ilk defa Calvino okuyorum, açıkçası biraz tedirginlikle başladım. Ama kitap gerçekten çok iyi. Benim gibi hiç okumamış olanlara, ilk okuma olarak öneririm.  Daha önce okuyanlar da bize yeni öneriler verir belki? J
**Çevirisine gelince, yine bir ilk olarak Aydın Emeç çevirisi ile karşılaşıyorum. Emeç, sevdiğim çevirmenlerin arasına girdi. Daha ilk sayfada “Böyle bir serkeşlik görülmemiştir.” cümlesiyle beni benden aldıJ

03 Eylül 2011

Yol


         Uzun zamandır trenle seyahat etmedim ben. Şimdi, o uzun zaman yine devam edecek, bense onu boylamasına kesen anakronik bir zaman diliminde, yine bir arabaya binip ülkenin diğer ucuna doğru yol alacağım. Yolda, her zamanki gibi radikal kararlar alacak, şu veya bu sebep aklıma gelince kendi kendime söylenecek, hayıflanacak, sevinecek, üzüleceğim. Ama en çok uzayıp giden elektrik direklerine bakacağım elbet. Tıpkı melankolik filmlerdeki gibi, çocukluğumdan kalma ve diğer tüm çocuklara özgü o alışkanlıkla; ben bakarsam daha da uzayacaklarını düşüneceğim. Ben bakmazsam kısalırlar belki. Hem, kimse bakmazsa ne diye koymuşlar onları?

         Hiç konuşmayacağım yanımda oturanla. Çünkü yanımda oturanlarla konuşmaya inanmam ben. En fazla birkaç saat sonra bir daha hiç görmeyeceğim birine neden hayatımın çetelesini anlatayım ki? Susacağım. Muhtemelen yine benim not defterime aldığım küçük notlara merakla bakacak. Bir süre sonra vazgeçecek, çünkü hiç okuyamayacak, yazım çok kötüdür.  Nasıl olsa okuyamaz diye, ben onun hakkında da notlar alabileceğim. Sonra gece olacak. Sonra yine gündüz olacak, garip olacak.

            Aylardan eylül, unutmayın. Eylül seyahat ayıdır. Eylül en çok değişen aydır. Çünkü eylül en devingen aydır. Bir sesi bile vardır.  Bütün bütün, tastamam şiirler yazılmıştır eylüle. Çünkü eylül böyle bir aydır işte. Tren daha yavaş gider aslında. Otobüsler bazen çok uzak götürüyor insanı.  Çok kızıyorum kendime, böyle şeyler düşünerek çıkılmaz, ama hep yollarda geçiyor vaktim. Bağışıklık kazanmaz mı hiç, insan? Hep bana ait olmayan memleketlerde yaşıyorum sözgelimi. Şimdi gittiğim yer de, bu ayrıldığım yer de, bana ait değil. Benim değil. Doğduğum ya da büyüdüğüm, ya da denilene göre bir “kütüğümün bağlı bulunduğu yer” bile değil. Ama insan nüfus kâğıdına göre yaşamıyor ki. Kendi memleketimde de sıkılırdım, buna da eminim. Aslında şu an gidiyor oluşum da bundan değil mi?

          Eylül şiirleri okumuyorum artık, en çok Cansever’den uzak duruyorum. Ve tüm bunlar kafamın içinde gezinirken, bana böyle düşündürten kitabı* erişemeyeceğim bir rafa kaldırıyorum.


*o kitap: Albert Camus, Tersi ve Yüzü

başlangıç


Aslında yazmanın vakti geldi de çoktan geçiyor bile. Tıpkı normalde de ne yazacağımı pek kestirememem gibi, yine ne yazacağımı bilmiyorum aslında. Lakin, benim gibi çevirmen olacak bu blog büyüyünce, edebiyatı çok sevecek, edebiyat çevirecek, müzik dinleyecek, belki biraz feylesofluk yapacak. İyi okumalar dilerim.