28 Aralık 2012

Firar


Evvelce o çok düşkün olduğum yalnızlık sevgime ne olmuşsa bilmem. Bir cuma akşamını yalnız geçiriyorum diye mi, yoksa aldığım haberden midir bilmem, kasvet doldu odam. Oysa haberin iyi mi, kötü mü olduğuna bile karar veremedim daha. Karar verip uzlaştım,(kendi kendimle uzlaşmaya çalışıyoruz bu aralar) bi süre susayım, en iyisi ben.

Oysa ne zamandır konuşmamıştık diyor iç ses. Şimdi hep insanlara konuşur oldum, ne tuhaf. Oysa, mesela, çok iyi tanımayanlar beni suskun diye bilirler. Öyle az konuşurum ben dışımdan. Boşuna değil kaç zamandır blog bile yazamıyorum.  Ben en son ne diyordum? Nereye varmaya çalışıyordum? İyiden iyiye unutmuşum  uzlaşmayı. Koca bir paradigma kaydı, kolay mı ya?

Velhasılı kelam, bu yazı da tıpkı benim gibi hiçbir yere gitmiyor. Sadece, kendimle biraz ara vermeye karar verdik. Çok özlersek bir daha görüşürüz de dedik.

Uzun uzun kaçıp yine kendime sığındım. Bu sefer başarabilirim sanmıştım, yapamadım. 

17 Eylül 2012

"Benim her duygum biraz hüzün gibidir. Mesela"





Nasıl ödedimse arsızlığımın bedelini hüzünle, işte öyle gelir insana bir şiir ansızın, bir hüznü en iyi bir şiir tarif eder. Bir duyguyu en iyi iki mısra, kimi zaman. Ve kara bir rengi vardır tüm mevsim geçişlerinin, kimse fark etmez. Değil mi ki anlaşılmaz ense kökümdeki sancı ve boynumdaki sızı dışarıdan bakıldığında, nasıl beklerim içrek bir yaraya merhem olunmasını. Eşyanın düzenine aykırı isteklerimiz olmasaydı, şiir kadar anlaşılır bir hayatımız da olabilirdi belki.

Özetle, anarşizan bir his bu, nereye gittiği belli değil. Çünkü zaman çok uzun bir koridordu, ben oraya düştüm ve kayboldum.




“şimdi bu kışa girişin bir hüznü müdür, o mudur acaba
Bu iri iri sevmekler, denizi o eski mühür, o mudur acaba

Mavi isterse mavi kalsın ister ölümle değişsin kendini
Ellerim bu hüzünde her şeye karşı kırgın, kaba saba

Çocuklar vardı çarşıya indiğimde hemen hemen günsonu
Ellerini verdin tuttum, tamam ağzını da ver bir daha

Durup durup yüceltiyorsun şu korkak şafağımı
İncelmiş bir mor olarak çıkıyorum böylece her sabaha

Şimdi bu hüzün nedir sanki, kara kazağım sırtımda
Işte bir duman, bizi tüten, işte bir duman ki kapkara

Kışa nasıl başlanır bahçelerde, çiçekler nasıl başlarsa
Bir balıkçı denisin dibine öyle başlar her defa

Şimdi bu kışa girişin hüznü müdür, o mudur
Benim her duygum biraz hüzün gibidir. Mesela
… „

Turgut Uyar


31 Ağustos 2012

Kabus Gördüm




Sabahına tecavüz sanıklarının tahliye edildiği haberiyle uyandığım günde zaten kendime gelmek için insanüstü çaba harcadım.

Az önce uyandığım uykuda ise berbat bir kabus gördüm. İnsanların burunlarına hızma ya da halkaya benzer aksesuarlar takmışlar, bunların ucuna hangi milliyetten olduklarını beyaz kağıtlar üzerine yazmışlardı. Düşünsenize, hepimiz damgalı gibiydik. Herkes birbirine hangi milliyetten olduğuna göre davranıyordu. Otobüste Afrika asıllılara yer vermiyorlar, hor görüyorlardı.

Uyumaktan korkuyorum artık. Her uyanışım daha sancılı hale gelmeye başladı.






15 Ağustos 2012

Mırıldandığım Şiir


Evvelce okuduğun kitaptan şimdi farklı bir tat alıyorsan bunun adına "büyümek" 
derler, "olgunlaşmak" derler. Evvelce okuduğun bir şiirden şimdi farklı bir tat 
alıyorsan, buna "aşk" derler.



MIRILDANDIĞIM ŞEYLERSİN

   Senin Harflerin İçin

1.
Mırıldandığın her şeysin, sesinden öpüyorum
sessizliğine de eğiliyorum fakat neredesin
kapanınca harflerinin kapısı: Adın
şiirim!
Heceler gibi öpüyorum işte iki hecesin
adından başlıyorum öpmeye kırlara çıkmış
harflerinin arasından öpüyorum: Ağzın
cennetim!
Dilin hâlâ çocukluğun suyuyla terli
ve haylaz suyundan öpsem küskün
bir çeşmenin harflerin susuz. Dilin
cehennemim

2.
Mırıldan dur bana, senin üstüne harf
getirmem daha, ağız ağıza duruyor
harflerin: Sevmenin birinci hâli gibi
telaşlı duruyor da ben utanıyorum
üçü bakarken birini öpmeye senin!

3. 
Harflerin aralanmış
sesliler sevişiyor
sessizlere bu cümlede
sıra gelmeyecek gibi

Harflerin yatışınca
belki duyarsın içinde
sessizlerin uykusuz
kaldığı o cümleyi

Aşkı seslendirirken
unuttuğun mırıltı
bizi sessizliğimizden
doğru bağışlar belki

4. 
Bir ses sesini öpse
harflerin uykusuz kalır

5.
Dün sabah önünden geçtim
kağıt gibiydi harflerinin yüzü
araları açılmış olmalı
bütün gece sevişmekten

6.
Mırıldandığımız şeyler
kalmayınca aramızda
ağızda söz, gövdede ter,
bir aşk bunlarla biter

7.
Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!



Haydar ERGÜLEN

13 Ağustos 2012

Beyin akması





İnsan en çok kendine karşı çaresiz kalıyor. Belki pek çok kimseye karşı gelebiliyor, hatta yenebiliyor da. Ama kendi kendini yenmesi o denli zor ki. Ve tam da “yendim işte!” derken, başka bir savaş açması yeniden. Tıpkı tüm hikayelerin de ihtiyaç duyduğu o çatışma anında hissediyorum kendimi. Bir silah varsa ortada çekilmeli, diyorum. Bir şeyi söyledimse sonunda ortaya da çıkarmalıyım diyorum. Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı diyorum. Çatışmaktan vazgeçiyorum.


Sahile iniyorum. Bulunduğum şehrin denizi öyle değişken ki. Sabahları, öğlenleri yahut akşamları fark etmeksizin aniden kabarabiliyor. En çok dalgaların sesini seviyorum. Aklıma hep Virginia Woolf geliyor. Yaşasaydı, “nasıl düşündünüz dalgaların sesiyle ritmik bir metin yazmayı?” diye sorardım. Küçük bir çocuk parkında bir salıncak buluyorum kendime. Sonsuz göğe bakıyorum. Birden sevinirim belki. Belli olmaz.

Hep en zayıf noktamızla sınandığımızı düşünürüm. Ben dünyanın en sabırsız insanıyım, hep sabırla sınanıyorum. Nereye gitsem götürdüğüm kendimi bi yerlerde bırakma isteği uyanıyor yine içimde. Neden sonra bundan da vazgeçiyorum. Bir kez daha, kendi sesimi duymak istemediğimde hep yaptığım gibi, gürültülü bir müzik açıp yürümeye devam ediyorum. Çiviyi ancak çivi söküyor ne de olsa. 




09 Ağustos 2012

Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka






İçinde dönüp durduğum, metruk bir evi terkediyorumuşum gibi bir his. Eski bir sanrıya kulak veriyorum. Bir yalana kanıp kanıp vazgeçiyorum. Kaynağı belirsiz, nerede yetiştiği bilinmeyen duygular çoğaltıyorum içimde. Sağ yanımda biriktirdiğim korku, solumda bir yaşantıya dönüşüyor şimdi.

Uzunca bir yazı birikiyor parmaklarımın ucunda, önce cümleleri sonra sözcükleri sonra harfleri saklıyorum, kimselere göstermiyorum. En son sesler biriktiriyorum boğazımda, boğazım şişmiş, kimse anlamıyor, hastalandım sanıyorlar. Oysa ben susuyorum, hastalığa tutulmuş gibi susuyorum.

Bacaklarımı hissetmiyorum, ayaklarım uyuşmuş. Binlerce karınca geziniyor bacaklarımda. Hiç korkmuyorum. Korkacak bir şey yok. Korkacak bir şey yok.

Ellerim. Ya ellerim? Bir nehrin kenarına bırakmıştım en son, temizlenip paklansınlar diye. Şimdi neredeler? Uzuyor ellerim, uzuyor, uzuyor, uzaklara kaçıyor. Ama nasıl olur ellerim, beni nasıl bırakır?

Nerede olduğumun bilgisini kaybediyorum. Neredeyim? Burada değilim. Ben burada değilim. Ben buralı değilim, siz beni görmüyorsunuz aslında. Ayna ayna, söyle bana, benden başka var mı olmayan burada? Söyle ayna, hadi söyle, ben burada değilim ki!

Koşmaya başlıyorum. az önce bacaklarımı hissetmezken şimdi nasıl oluyor da koşuyorum. Ellerim, ellerim nerede? ellerimi gördünüz mü? Buradan geçtiler mi? çok uzağa gitmiş olamazlar. Ellerim?

neyi buldumsa kaybediyorum. Her şey kayıp gidiyor ellerimden.Sonsuz bir uzama doğru yol alıyor.  Her şeyi kaybetmekten ölesiye korkuyorum. Oysa bilmiyor muyum, hiçbir şeyi olmayan her şeyi kaybedemez.

Hiçbir şeyi olmayan her şeyi kaybedemez.






17 Temmuz 2012

Yaşasın O!

                                                                                                           (Bu ülke ancak usun bir dileği,                  
                                                                                                                    bir karşı - gömüttür.



Benim ülkemde, ilkbaharın tatlı belirtiler ve üstü başı dökük kuşlar yeğ tutulur uzak amaçlara.

Bir mumun yanıbaşında tansökümünü bekler gerçek. Pencere camı savsaklanır. Ne önemi var dikkatli biri için.

Benim ülkemde, sorguya çekilmez yürek çarpıntısı içinde olan kişi.

Devrilen kayık üstünde kötücül gölge dolaşmaz.

Yarım ağızla verilen selam bilinmez benim ülkemde.

Fazlasıyla ödenecek bir şey ödünç alınır ancak.

Ağaçlarda yapraklar, çok yapraklar olur benim ülkemde. Meyve vermemekte özgürdür dallar.

Yengin kişinin iyi niyetine inanılmaz.

Teşekkür edilir, benim ülkemde. 



Rene Char, Seçilmiş Şiirler, çev. Tahsin Saraç, Adam Yayınları, 1983

16 Temmuz 2012

Dünyayı güzellik kurtarsın artık

"Bir insanı sevmekle başlar her şey, dünyayı güzellik kurtaracak." Sait Faik Abasıyanık

Dünyadaki tüm zalim ruhlu insanların hayatlarında bi' kez olsun bir kimseyi ölesiye sevmediklerini düşünüyorum son günlerde. Yoksa neden insan zulmetsin ki bir başkasına, durduk yere? Hayat bu kadar kısayken, kuşlar uçarken? Bir kimseye bile gücüm yetse de anlatsam keşke, herkesin aynı olduğu bir yerde aslında kimsenin olmadığını. Tek bir dilek hakkım olsaydı, "dünyayı güzellikle kurtarın" derdim. Başka bir dünya ancak böyle mümkün olsa gerek.

                                                                    Ane Brun-One

11 Temmuz 2012

Öğrenci Törless'in Bunalımları'ndan

 Musil'in zekâsi Şipal'in yetkin çevirisiyle birleşince, ortaya harika bir kitap çıkmış haliyle. Tavsiye ederim.



Büyümekte olan bir gencin ilk tutkusu, bir kişiye karşı duyacağı sevgi değil herkese karşı duyacağı nefrettir. Kendini anlaşılmamış görmek ve dünyayı anlamamak, bu ilk tutkunun eşliğinde baş gösteren durumlar olmayıp, tutkuya yol açan tesadüfi denemeyecek biricik nedenlerdir. Tutkunun kendisi ise iki kişi olmanın iki kat yalnızlıktan başka bir anlam taşıyamayacağı bir kaçıştır. (s.53)

Ama yine de umutsuzluğa kapılmıyor, her şeye karşın kendimizi sağlam bir zemin üzerindeymişiz gibi güven içinde hissediyoruz. Eğer bu güven duygusu bizde olmasaydı, içimizde olmasaydı aklımızın zavallığı karşısında duyacağımız umutsuzluktan kendi kendimizi öldürmemiz gerekirdi. Bu güven duygusu sürekli eşlik ediyor bize, bizi aykata tutuyor, aklımızı her an küçük bir çocuk gibi koruyucu kollarına alıyor. Bir kez bunun bilincine ulaştıktan sonra, bir ruhun var olduğunu artık yadsıyamayız. Ruhsal yaşamımızı çözümlemeden geçirip aklın yetersizliğini anlar anlamaz, bu ruhun varlığını düpedüz hissederiz. Hissederiz, -anlıyor  musun- çünkü bu his olmadı mı, boş çuvallar gibi yığılır kalırdık. (s.193)

Ölmek yaşam tarzımızın sonundan başka bir şey değildir. Biz bir düşünceden ötekisine, bir duygudan bir sonrakine yaşar gideriz. Çünkü duygu ve düşüncelerimiz bir ırmak gibi durgun akıp gitmez, bizim gönlümüze doğar, taşlar gibi dşarıdan içimize düşerler. Kendini adamakıllı gözlemleyecek olursan, hissedeceksin ki, ruhumuz azar azar geçiş süreçleriyle renk değiştiren bir nesne değildir, düşüncelerimiz tıpkı değişik rakamlar gibi ruhumuzdaki kara bir oyuktan fırlayıp çıkar dışarı. Şimdi kafanda bir düşünce, gönlünde bir duygu vardır; bakarsın, ansızın bir hiçlikten fırlayıp çıkmış bir başkası onun yerini alır. Hatta dikkat edersen iki düşünce arasını kapsaya her şeyin karanlığa gömüldüğü anı sezebilirsin. Bu anın da –bir yol ele geçirildi mi- ölüm demek olduğunu görürsün. (s.200)

… Çünkü düşünceler başlı başına bir konudur. Çokluk rastlantılardan başka şeyler değillerdir; gelir, sonra yine bir iz bırakmadan geçip giderler. (s. 224)


Robert Musil, Öğrenci Törless'in Bunalımları, çev. Kamuran Şipal, Alakarga Sanat Yayınları, 2012




17 Haziran 2012

Yol'suz



Özensiz düşlerin peşinden koşuyorlar. Başkalarının düşlerinin. Yetmezmiş gibi başkalarının düşlerini de çalıyorlar. “Düş çalmak” en büyük suç ilan edilmeli bu ülkede, en büyük günah. Söz gelimi, arkasından konuşmalıyız bir başkasının düşünü çalanın; hayali cezalar vermeliyiz mahkemeler-üstü bir evrende. Gözdağı vermeli, bir daha yapmasın diye elimizden geleni ardımıza komamalıyız.

Gözlerimde umutsuzluk beliriyor apansız. Düşlerimi çalmışlar. Olur iş değil. Nasıl yaparlar bunu. Bana bunu nasıl yaparlar? Suçu kendimde buluyorum yine. “Demek ki,” diyorum, “demek ki iyi düş kuramamış, iyi hayal edememişim ben.” Daha iyi yapmalıyım oysa.

Böyle olmuyor, olmayacak. Böyle olmamalı. Küçük bir çocuğun merakıyla göz gezdiriyorum etrafa. Kimse kalmamış yine. Ben yine kocaman bir odada, küçücük kalmışım. Bir hissizlik peyda oluyor. En korktuğum. Sebepsiz hüzünleri tercih ederdim hissiz olmaya. Nereden geldi bu duyumsayamama hastalığı?

Vazgeçiyorum. Olduğu gibi bırakıp, ben yine kendime dönüyorum. Bir ‘oluş’un kapısına oturmuş, ‘olma’sını bekliyorum. Ama ne bekleme! Kullanılmamış bir gökyüzü yok artık üzerimde. Tüm kelimeler söylenmiş. Tüm harfler tüketilmiş. Tüketmek, en iyi becerdiğimiz. Tüm duygular hissedilmiş, üstelik; tüm yollardan bile geçilmiş. Yolsuzluk.

Şimdi ben, ‘eski’den bir yeni yaratıyorum parmaklarımın ucunda. Bitimsiz bir gökyüzünü işliyorum yavaş yavaş. Kimseye duyurmaksızın, dünya üstüne bir dünya daha kuruyorum.





13 Mayıs 2012

Gece





Örtüsü katran karadır kimi gecelerin. Gece olmasın diye uğraşırsın, olmasın siyah. Yürümek dahi yetmez, sokaklar hep biter. Kitaplar da biter üstelik. Yavaş yavaş okursun. Bir şeyler ararsın içinde, tadı tanıdık. Bulamazsan fena. Bulursan daha fena. İki arada bir derede.

İnkâr ettiklerini bir bir getirir koyar önüne gece; nankördür, halden anlamaz. 



06 Mayıs 2012

"Yani insan bir savaş alanıydı."



Bu aralar dikkatimi çok uzun süre toplayamadığımdan ötürü ancak kısa öyküler okuyabiliyorum.  Hal böyle olunca, çocuk edebiyatından eksiklerimi tamamlamak çok iyi bir fikir gibi geldi. Hasan Ali Toptaş’ın kitabını atlasam elbette olmazdı. Yazarın daha önce Gölgesizler, Uykuların Doğuşu ve Yalnızlıklar’ını okudum. Bu üç kitabı okumayanlara kesinlikle öneririm. Ben bir Gürgen Dalıyım ise “masal işte” diyip geçilmemesi gereken bir kitap. Yazar diğer kitaplarında tutturduğu fantastik, şiirsel dili burada da devam ettiriyor. Kendine has nadir kullanılan sözcüklerini azaltsa da, vazgeçmiyor. Çocuklara yetişkin dünyasının karanlığını yer yer acımasıza yakın bir dille anlatıyor. Kitap, Beşparmak Dağları’nda bir gürgen ağacının kesilme sürecinde yaşadığı korkuları ve sonrasında halen yaşamaya devam ederken neler hissettiğini çocuk saflığıyla dile getiriyor. Aşağıda kitapta altını çizdiğim alıntıları bulabilirsiniz.


Ömrümün iplerini elinde tutan insanoğlundan, uzak bir köy kahvesinde eğri bir sandalye bacağı olmayı bile isteyemezdim.
Ak sakallı dedenin dediğine göre, böyle bir şeyi istesem bile, insanoğlu beni duymazdı zaten.
Sağırdı çünkü o; kokularıma da, yeşilliklerime de, duruşuma da sağırdı.
Sözün özü, insanoğlu benim soyumun dilini çözememişti henüz; kokuca konuşsam da anlamazdı, renkçe konuşsam da… (s.27)


(İ)nsanın zalimliğine ağaçlarla kuşlar, böceklerle otlar, hayvanlarla taşlar değil, ancak insan karşı koyabilirdi.
Dönüp dolaşıp insanda başlıyordu her şey, dönüp dolaşıp insanda bitiyordu.
Gerisi boştu…
Yani insanın karışmadığı her şey bir masaldı… (s.51)


(A)dına savaş denen şey, yeryüzünün herhangi bir noktasında başlayıp herhangi bir noktasında bitmezdi.
Her şey gibi, o da insanda başlayıp insanda biterdi.
Bu yüzden cepheler falanca dağda ya da falanca ovada değildi.
Cepheler, bütün acımasızlıklarıyla insanoğlunun içindeydi.
Toprağı titrete titrere yürüyen tanklar, art arda gümbürdeyen toplar ve durup dinlenmeden kurşun kusan tüfekler insanoğlunun içindeydi.
Hatta, henüz icad edilmemiş silahlar da insanoğlunun içindeydi.
Yani insan bir savaş alanıydı. Ceket, gömlek, pantolon ya da etek giymiş, kravat takmış, tıraş olmuş, kokular sürmüş bir savaş alanı. Gülümseyen bir savaş alanı. Öpen hatta, okşayan, konuşan, susan, çiçekler açıp çiçekler veren bir savaş alanı…
Peki, bir barış bahçesi olamaz mıydı aynı insan?
Şöyle güllerin kuş cıvıltılarına, kuş cıvıltılarının güllere karıştığı, mutlu yüzlerle dolu rengarek bir barış bahçesi? (s.76)

Hasan Ali Toptaş, Ben Bir Gürgen Dalıyım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003


05 Mayıs 2012

Is there really something like that?

Modernizme tepki şarkısı Morissey'den gelsin

                                                  Morissey-Something is squeezing my skull


I'm doing very well
I can block out the present and the past now
I know by now you think I should have straightened myself out
Thank you, drop dead

Oh, something is squeezing my skull
Something I can barely describe
There is no love in modern life

I'm doing very well
It's a miracle I've even made it this far
The motion of taxis excite me
Will you peel it back and bite me?

Oh, something is squeezing my skull
Something I can barely describe
There is no hope in modern life

Oh, something is squeezing my skull
Something I can't fight
No true friends in modern life

04 Mayıs 2012

“Hiçbir kitap her güçlüğü çözmeyecektir.”



Yolculuk bir yola vurmaktır kendini. (S.14)

Gerçeklik dediğimiz her birimiz için imgelerimizden başka bir şey değildir, bir bakıma. (S.17)

Bir dünyanın betimi bir bakışın da betimidir çünkü. (s.18)

Yazarın sunduğu “kimya”, metindedir. Belli bir kişinin, belli bir anda üretmiş olduğu bir kimyadır bu. Ya okurun okuduğu? Sorun daha da karmaşıklaşıyor bu noktada. Okur da “kendi gözü” diyebileceğimiz bir “almaç”la okumaktadır. Yani kendi imgelerini, imge dizgelerini okumasına uygulamaktadır.  (s.21)

Yeni, elbette, ancak yeni olmayan karşısında vardır; “bilinen”, “görülmüş”, “eski” adlarını da verdiğimiz “yeni olmayan” karşısında… Bilinmedik, görülmedik bir şeydir… (s.38)

Yazı kendini söyler, söylemediğini yok eder. Bir de; ara bir yol olarak, yok ettiklerinin bir bölüğünü sezdirebilir. Sezdirdikleri “var” değildir ama “yok” da değildir. Yazının alacakaranlığı, çok üretici olabilir… (s. 70)

Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz; Metis Edebiyat, 1994








.

02 Mayıs 2012

Sus



I

Sen, gece yarısı
aklımın bekleme salonu,
sen, gece yarısı
sol elinde yaşadığım,
sesine kapaklandığım.
sus,
siyahlanayım.

Sus.


II

Sessizlik, dindir şehirlerde.
Konuşmak;
şirk koşmak.
Sus sevgilim,
Şşt,
Sesinin perdelerinde günaha girmekteyim.

Sus.


III

yanıbaşımdan sesin akıyor,
durduramıyorum.
Avuçlarıma karışmışsın;
Bir bir ayıklıyorum parmaklarını.
Sus sevgilim,
Sözcüklere elbise giydirmekteyim.

Sus.


IV

Aklıma gelmişsin gibi bir gece yarısı,
şiir yazıyorum sana.
gibidir
olmayanlar.
Olduğun zamanlarda sustuğun gibi
Yine sus sevgilim.
Sus.
Hiç olmadığın gibi,
Hep olduğun gibi.
Ama sen,
sadece
sus.



01 Mayıs 2012

Uyan artık uykudan uyan!

Yüzümde güneş yanığı, hâlâ marşlar okuyorum içimden.

kutlu olsun!








.

30 Nisan 2012

Yanılgı





Lüks bir semtte koşuyordu. Nereye yetişmeye çalıştığının bilincinde değildi. Söyleneni yapıyordu yalnız. Emredileni. “Yap!” denilmişti; yapıyordu.

“Onlar yaşıyor, bense yazıyorum” diye düşündü. “Koşmak istemiyorum ben, tüm bunları yazmalıyım oturup.” En kötüsü bir kaleminin olmamasıydı yanında. Zaten bundan daha kötü ne olabilirdi ki.

 Üzerindeki ceket eğreti duruyordu. Eğreti olan başkalarının giydikleri miydi? Olur olmaz şeyler düşünüyordu. Düşünmemeliydi halbuki. Düşünmesi gerekenler öğretilmişti zaten, niye dışına çıkıyordu bilip bilmeden. Bilmiyordu.

Koşmak istemiyordu artık. Ne yapacaktı burada, ne anlamı vardı? Bir emir almıştı işte, kahrolası bir emir. Uyum sağlıyordu, şuursuz. Zaten uyum sağlamak, şuurunu yitirmekti bir bakıma.  

Vazgeçemiyordu. Bina bina dolaşıyor, bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Ne aradığını bilmeyen aradığını bulabilir mi? Atmalıydı bu huzursuz soruları kafasından. Soru sormamalıydı bir daha. Soru sormak hastalıklı ruhların alışkanlığıydı. Vazgeçmeliydi.

Bir kenara oturup izlemek istiyordu sadece. Sadece izlese, gelip geçeni, geçip geleni, aynı yerde dönüp dolaşanı, herkesi. Kalemi yoktu, aklına yazdı. Gördüğü her bir kareyi, geçen herkesin suretini, simitçilerin tezgâhını ve otobüs bekleyenlerin bezgin ruhlarını. Her şeyi bir bir yazdı. Kimse onları yazdığının farkında değildi. Zaten kimse, hikâyesinin bir anlatıya konu olduğunu anlamıyordu artık. Daha önemli işleri vardı onların.

Eksilttikçe eksiltiyordu her şeyi. Oysa kalp atışı hızıyla çoğalıyordu sancıları, nasıl geçirse bilemiyordu.  

Sokaklarda bir hikâye akıyordu; oysa sokaksız hikâyeler yazmaya çalışıyordu kadın. Yanılgısının farkına çok geç varmıştı. 




29 Nisan 2012

Bakmayın





Bakmayın anlamıyormuş gibi durduğuma; anlıyorum aslında. Çok iyi anlıyorum hem de. Anlamanın ne mene bir şey olduğunu anlıyorum, sözgelimi. Gösterdiğinizi ve göstermediğinizi. Yok saydıklarınızı, var saydıklarınızı veya var olanları, ne fark eder ki? Var olmayanları da anlıyorum. Dillendirmediğinizde "var olmaz" sandıklarınızı. Anlıyorum ve tüm sorunlar o vakit başlıyor.

Anlamanın ne büyük bir yük olduğunu anlıyorum sözgelimi. bazı şeyleri anlamayanları kıskanıyorum o vakit. Ah keşke diyorum. Keşke ben de anlamasam. Ne çıkar? Çıkmaz artık. Bu yol hiçbir yere çıkmaz. Artık.

Bakmayın anlamıyormuş gibi durduğuma.





20 Nisan 2012

Kültür Bakanlığından bir(1) tanecik ricam var


Bu şarkıyı kendime soundtrack olarak ekletmek istiyorum. Kültür Bakanlığı'nı arayıp sorsam, ne derler acaba?

Hindi Zahra Fas asıllı Fransız bir caz müzsiyeni.  Aşağıdaki şarkının da içinde yer aldığı "Handmade" albümünü dinlemediyseniz tavsiye ederim.




                                                              Hindi Zahra-İmik si mik      

                                                                (I will take the train
                                                                Leave the sun for the rain
                                                                And come downtown town town
                                                                And come downtown town town.)

                                                                       



 

17 Nisan 2012

art and heart and earth

"And you cannot spell heart without all of earth."


Babil Kulesi’nden -pek verimsiz- Verimsizlik Notları


-Yatılı okulda okuyanlar bilirler. Eve gidileceği haftasonuna günler parmakla sayılır. Cuma günden sayılmaz, çünkü o gün zaten çabucak geçecektir.  Perşembe akşamı valiz hazırlanır. O yüzden valiz hazırlama gününe gün sayan arkadaşlarım vardı lisede. Sonra işte uyuycaz, uyancaz, uyuycaz, uyancaz, eve gidicez mutluluğu. Çocuk gibi tıpkı. Ben de uyuyup uyanmaları yerine getiriyorum  sanki bu hafta. Onu da pek becerdiğim söylenemez, ama deniyorum yine de.

-Zeki Demirkubuz’un yeni filmi sayesinde Yeraltından Notlar popülerleşmişken herkes kitaptan alıntılar paylaşıyor. Ve hepsi de kasvetli şeyler tabii ki. Kitabı okurken Dostoyevski’nin kendisine çevirdiği aynadan yansıyanları çok iyi ifade ettiğini düşünmüştüm elbette. Ancak, tüm bu ruhsal çözümlemeleri bir yana bırakıp, kitapta en beğendiğim cümlenin pek çok kimseden farklı olarak “İnsanoğlu doğuştan gülünç bir yaratıktır,” olması benim ne kadar “gülünç” bir insan olduğumu gösteriyor. “Oh, çok şükür! Doğuştan böyleymişim, endişelenmeme gerek kalmadı artık” diye rahatlamıştım hatta okurken. Ciddiyeti bir yerlerde fena kaybettim, bulamıyorum. Bi’ ben miyim her şeyle dalga geçmeye çalışan? Bazen ne kadar az ciddi olduğumu düşünüp, kendime bakıp bakıp ağlıyorum. Cansever’i de andım. Onsuz olmaz. Kendimle çelişiyormuşum gibi oluyor aslında, zira suratı asık yazılar yazıyorum genelde; ama bir yandan da dünyanın kahrını çekmeye çalışanlardan değilim pek. 

-Sosyal medyada asosyalleşeyim diyorum, nasıl olur? Bence çok iyi olur. A-sosyal medya. Anti-sosyal. Gereksiz. Lüzumsuz. Manasız hislerim kabardı yine.

-Hakan Bıçakçı Sözünü Sakınmadan’a konuk olacakmış, hangi sözünü sakınmayacakmış, çok merak ettim doğrusu. Ömer Türkeş aylar önce bir liste yayınlamıştı Radikal Kitap’ta, Milenyumun en iyi romanları diye. Orada bile ismini görünce “e artık okuyayım ben de Rüya Günlüğü’nü” dedim, demez olaydım. Bir kitap ancak bu kadar “hiçbir şey” anlatmayabilir. Minimalist üslubun da bir dozajı var ama yani artık. Yok artık. E yok artık. Üstelik baştan sona yazım hatalarıyla doluydu. Oğlak Yayınları’ndan bir daha kitap okur muyum bilmem. “Afilli Filintalar” tarafına girmiyorum, çünkü beni romanı ilgilendiriyor. Aslında bu yazdıklarımın sebebi romanının kötü oluşundan değil, herkes kötü roman yazabilir. Herkesin başına gelebilecek bir durum bu. Ama sinirim, bir şekilde edebiyat camiasında bu kadar kayırılıyor olması. “Milenyumun en iyi romanları” derken? 

-Verimsizim, çünkü Babil Kule’mde çalışıyorum bir yandan da. Yehova beni görseydi, “ne kadar verimsiz bir insan evladısın sen böyle” deyip bildiğim iki buçuk dili de ortadan ikiye ayırırdı herhalde. Çevirdiğim kitapta sona doğru yaklaşıyorum. Sabrımın sonuna çoktan geldim. 

-Arada aklınıza geldikçe Ferit Edgü okuyor musunuz? Böyle çok güzel şeyler yapıyor musunuz? N’olur yapın. “Bizi ancak içimizle dışımızın bir olması kurtarır” demiş yazar Kaçkınlar’da. Bizi ancak içimizle dışımızın bir olması kurtarsın lütfen. Buna çok ihtiyacımız var.



-Bir süre buralarda olamayabilirim. Ama söz veriyorum, dönüşüm muhteşem olacak. (vvuhuuuuuuu)

Bahar yağmurlarına bu şarkıyla veda edelim mi? biraz da ayaklarımız hareketlenir belki, dans ederiz, olmaz mı?





                                                              Adele-Right as Rain









15 Nisan 2012

bu bir işaret olmalı

fakat güzel işaret, kabul ediyorum. 




(nedense herkesin İngilizce bildiğini varsaydım, sonra da bu varsayımın farkına vardım, ama çevirecek güç bulamadım kendimde)

09 Nisan 2012

Catch me now I'm falling

Güzel şarkı, çok güzel sözler. Şarkı nisan ayına gelsin, yılın en sevdiğim ayı olmasına rağmen, her yıl gümbürtüye gitmesine binaen.

The Kinks-Catch me now I'm falling



03 Nisan 2012

Isırgan

                                                                                "dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
                                                                                 yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar"
                                                                                                                     Attila İlhan



Deniz seviyesinden koşarak kaçıyorum, bir şehrin en yüksek tepesine çıkıyor ellerim. Değil mi ki gökyüzüne bakarak anlarız zamanın geçtiğini, öyleyse çok yakınında olmalıyım akan tüm dakikaların. Bulutları yakalamalıyım, tutup uçlarından hapsetmeliyim. Buhardan kütleleri sıkıştırıp parmaklarıma, saniyelerin yanından geçmeliyim. Saatleri yavaşlatmalı, günleri durdurmalıyım. Durdurmalıyım. Durdurmalıyım ki acıtmasın tek bir saniye bile. 

 Günlük tutarak günleri, hava tahminleriyle haftaları durduruyor, takvimleri koparmayıp kâğıttan aylar biriktiriyoruz. Yılları nasıl durdurur insan? Soruyorum, bu yılların bir çaresi yok mu? “Çengel gibi takılan sorular”a saklanmış yıllar.

Yanaklarının içini kemiren bir çocuğun dişiyle tutturduğu telaştayım. Öyle cesur, öyle beyhude. Değil mi ki kürek çekilmez akıntıya, ne demeye geçmeliyim öbür tarafa? Marmara’dan deniz köpükleri topladım, cebime attığım çakıl taşları Akdeniz’den kalma. Bozkırda eskitiyorum hepsini, benimle aynı hızda yaşlanıyor eşya.

Dünyanın tüm dillerini öğrensem, ne çare? Cümle kurmak konuşmak değildir. Köstekli bir saati kurarmış gibi kuruyorum cümleleri; yılın bu vaktinde, günün bu saatinde sarf edilecek  cümlelerim var, sözgelimi. Ne çare? Kırık bir dille cevap veriyorum tüm sorulara. Makûl açıklamalardan sebepsiz kaçıyorum. Nasıl geçer bunca zaman? Nasıl geçer? Nasıl?

Kimseleri inandıramadım yüz yaşında olduğuma. Ellerime de mi bakmazsınız hiç? “Yüzün” diyorlar, “yüzün hiç kırışmamış.” Ellerime bakın ellerime, bakın nasıl da hapsettim zamanı harf harf. Nasıl kazıdım bir çiviyi kazır gibi, tıpkı arkaik çağlardan kalan. Ellerime bakın ellerime, zamanı hapsettim ben. Zaman; parmaklarımın ucundan azar azar taşan.

“Zaman,” dediler; “her şeyin ilacı.” Öyleyse neden dur durak bilmeden ölüyor herkes? Zaman, yalnızca bir şarkının nakaratında hızlı akan. Zaman; hiçbir şeyin ilacı.

Zaman, diyorum, zaman; dilimdeki ısırgan. 





*"Üçüncü Mevki" adlı edebiyat fanzinimizin 2. sayısında yer alan yazım. 

Olmasın




Bugün gittiğim her yere -istisnasız- gözlerimi de götürdüm. Olur iş değil. Başka bir seçeneğimiz yok mu gerçekten?

Bir sürü yeni şey gelmiş geçmiş de, ben hiçbir şey öğrenememişim gibi. Öğrenmiş miyim yoksa? Daha çok bilmediğim şey var mı acaba?

Olmasın, n’olur.

Olmasın. 




27 Mart 2012

Sonra?







Sonra? Sonrası iyilik güzellik.

Öyle mi?

Zamanlardan sonra zamanları hep iyi anmaya göre yaratılmışız.

Hep.

Sırf bu yüzden geçmişte takılı kaldığımız anlar var.

Oldu.

Ve hep olacak.

Ve tıpkı bu cümleler gibi, eksiltili bir anlatı olmaktan öteye gitmeyecek şimdiki zaman.

Eksiltili bir şimdi.  

Hep eksik.

Eski bir anlatının eksikliği üzerimizde. 

Hep beraber halimize yanalım. 









23 Mart 2012

Uyuyamayanlar #2

Hafta sonlarının geldiğine mi sevinsem, günlerin elimde ufalandığına mı üzülsem, bilemiyorum. Zamanın hem geçmesine, hem hiç geçmemesine çok kızgınım. bu kadar da göreceli olma be!

Olmadı, baştan.

Ne uyuduğumu, ne uyumadığımı biliyorum. Kitap okuyamıyorum. Verimsizlik.  Kendime de kızamıyorum, bir şey için savaşırken başka şeyleri feda etmek gerekiyor. Her şeyin farkındayım da, her şeyi farkındalığıyla bıraksam ya? olmaz mı? olmuyor işte.

Olmadı, baştan.

Zamanı kısımlara ayırırsak kolay olur sandık, olmadı. Yanıldık.

hal böyleyken, güzel şarkılar dinlemek kalıyor bana yalnızca.

Ve yine olmadı sanki, bu sefer en baştan başlamalıyım...

                                                                     Dido-Here with me

21 Mart 2012

gözleri getirelim

Bugün Dünya Şiir Günü. o zaman bir Cansever şiirini Ceylan Ertem'den dinleyelim. iyi günler, iyi şiirler! :)  {şarkıyı bana ilk kez dinleten nazogibisi'ne selam olsun}

                                                          Ceylan Ertem-Gözleri Getirin



                                                      Gözleri Getirin
                                                       ...Sanki hiçbir şey uyaramaz
                                                       İçimizdeki sessizliği
                                                       Ne söz, ne kelime, ne hiçbir şey
                                                       Gözleri getirin gözleri.

                                                       Başka değil, anlaşıyoruz böylece
                                                       Yaprağın daha bir yaprağa değdiği
                                                       O kadar yakın, o kadar uysal
                                                       Elleri getirin elleri
                                                       Diyorum, bir şeye karşı komaktır (günümüzde) aşk
                                                       Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi...

                                                       Edip Cansever

19 Mart 2012

Let's Roman!

ay tu diri diri kerdjan diri diri ! :)

                                                     Rota, Romanya-Diri diri so kerdjan

18 Mart 2012

Karaduygun ve Birhan Keskin








Okuduğum tüm kitaplar hakkında yazamıyorum ne yazık ki, ama yeni çıkmış bir kitap olması hasebiyle hakkında birkaç bir şey karalamak istedim Karaduygun’un. Genelde yeni çıkan kitaplara yetişemiyorum ama bu kitabı çok merak ediyordum. Aziz dostum, güzel insan Melike'yle çok severiz biz Birhan Keskin şiirlerini. Poetikadan yoksun olduğunu söyleyen arkadaşlarım da var, fakat ben onu eksik poetikasıyla seviyorum galiba. Tarzı biraz daha düzyazıya yakın, bu durum  “şiir” için çok büyük bir eksiklik fakat, Keskin’in şiirlerinde kadın ruhundan çok iyi anlayan, yoğun ve çok farklı bir tat var.  

Karaduygun’a dönersek, yazar Sema Kaygusuz kitapta şair Birhan Keskin’i anlatısının kahramanı olarak kullanıyor. Fakat Keskin’in hikâyesi tüm kitaba hâkim olmuş değil. Yazar başkahramanını anlattığı bölümleri Roma rakamlarıyla ayırarak kendine özgü bir iç içelik sistemi geliştirmiş. Kitapta Keskin’in anlatılmadığı bölümlerde anlatıların biraz fantastik olduğunu söylemek yanlış olmaz galiba. Bir şişeyle denize bıraktığı notu bulanlara hediye elbise diken terzi, hiç durmadan bal yiyen çocuk,  tüm yemekleri yediği için evin huzurunu kaçıran kız… Bu anlatılar, “diğer”inin bakış açısından bakmanın ne denli zor, bir o kadar da elzem bir mesele olduğunu gösteriyor. Ötekinin de tıpkı bizim gibi düşündüğünü zannetmek, içinden çıkılması ne de zor bir çelişki.

Yeni kitapları sevmememin sebeplerinden biri, kitapların “başarılı” bir satış grafiği yakalaması için gürültülü reklamlar, tumturaklı sözlerle yazılmış basın bildirileri, para verilip yazdırılmışçasına(ki çok yanlış bir his sayılmaz) his uyandıran kitap eki yazıları. Basın bildirisinde geçen “bir şair ilk defa bir kitabın adlı adınca kahramanı oldu” iddiasını Ömer Türkeş burada çürütmüş zaten. Kitabı okurken de “adlı adınca” kahramanı olsa bile “başlı başınca” olmadığını, farklı bölümlerde farklı örgüler örüldüğünü görüyorsunuz. Beklenti yarattıkları için bu tür iddialı söylemlerden kaçınmak gerek.    

"Değil mi ki bir varlığa değdiğimizde tenimizde izi kalır." gibi incelikli cümleleriyle Kaygusuz’un kendine özgü, klişeden uzak ve şiirsel bir üslubu var. “Genç” yazarlarda en çok aradığım özellik bu benim. Sanki daha önce de okumuşum hissi uyandıran öykünmeci tarzı sevmiyorum. Kitaptaki her kelimenin üzerinde ince ince düşünülmüş; devinimli, akıcı ve yoğun bir üslupla yazılmış.

Ve en sevdiğim Keskin şiiriyle sonlandırıyorum;

Saf Sabır

Ben, birlikte kıyıya sürüklediğimiz kayıktan

saflığımı ve sabrımı aldım tek

kalanları kumsala göm sen de

yaz boyunca

nasılsa her keder eksilir

kendini doldurarak



sardunyalarla konuşarak çoğalttım

aramızdaki ayrılığı

sayarak çoğalttığım günleri tamamladım

kirpiklerimin arasına çektiğim tülde

yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor

oysa kimse yokmuş dışarda

içim dışıma vuruyor



sardunyalara su vermekle unutamadığımız

şeymiş aşk:

alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,

sağ yanımda unuttuğun keder.